menü

  • Ana Sayfa
  • Kategorisiz
  • İzlediklerim
  • Okuduklarım
  • Dinlediklerim
  • Gündem, Siyaset, Ekonomi
  • Tarih
  • Biraz İş
  • İletişim

    14 Şubat 2014 Cuma

    Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda / Yılmaz Özdil

     Yılmaz Özdil'in kitabından küçük notlar diye başladığım ama uzayan kitap alıntıları ile dolu bir yazı oldu. Bu kitabı okumak insanın bakış açısını değiştiriyor. Belki daha doğrusu zaman içinde olduğundan arka arkaya okuduğumuzda farklı şekilde düşünüyoruz. Keşke söyleyebilecek, yapabilecek bir şeylerimiz olsa ya da en azından umudumuz olsa. Doğrusu kitabı okurken bol bol baş ağrısı yaşadığım, sık sık da sinirden güldüğüm bir gerçek. Kendimce herkesin objektif olarak okuması gerektiğine inandığım bir kitap aynı zamanda.



    2003

    ... 11 senedir Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Nuri Yılmaz ''İlk defa bu hükümetten baskı gördüm, dini siyasete alet etmek istiyorlar'' diyerek istifa ediyordu.

     Ama, Türkiye'nin çok daha önemli mevzuları vardı. Mesela herkes, Fenerbahçe'ye gol atınca elini şortuna sokup, tribüne doğru tombala sallayan Pascal Nouma'yı konuşuyordu. Irak haberlerinin bile önüne geçmişti. Derhal sözleşmesi feshedildi, Beşiktaş'tan kovuldu. Burnumuzun dibindeki savaşa dair gıkını bile çıkarmayan Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök, haftalar sonra ilk defa basına açıklama yaptı, ''Pascal Nouma'yı göndermeselerdi, Beşiktaş üyeliğimi askıya alacaktım'' dedi.

     ... ki, Cumhuriyet gazetesinin ''Genç subaylar tedirgin'' manşeti, gündeme bomba gibi düştü. Mustafa Balbay imzalı habere göre, Genelkurmay Başkanı Özkök, Başbakan'ı uyarmış, ''irticai gelişmelerden sadece genç subayların değil, ordunun tamamının kaygı duyduğunu'' söylemişti.
     Peki söylemiş miydi?
     Hilmi Özkök üç gün sustu, başkent kaynadı, üç gün sonra çıktı, ''Yalanlamaktan öte lanetliyorum, bu dedikoduları çıkaranların vatan millet sevgisinden şüphe etmek lazım'' dedi. Halbuki, taa dokuz sene sonra, Ergenekon davasında ifade verecek, Başbakan'ı subayların tedirginliği konusunda uyardığını anlatacak ve ''Yalanlamaktan öte lanetliyorum'' dediği haberi doğrulayacaktı.

     Süleymaniye'deki irtibat büromuz ağır silahlı Amerikan askerleri tarafından basıldı. Bordo bereli 11 subay ve astsubayımız kafalarına çuval geçirilerek, kelepçe takılarak, dipçiklenerek tutuklandı. ABD'ye nota verdiğimiz iddia edildi. Üç saniye sonra bizzat Başbakan tarafından yalanlandı, ''Müzik notası değil bu, her aklınıza estiğinde verilmez, ciddiyeti vardır'' dedi. ''Daha ne ciddiyeti olacak birader'' denilemedi tabii... 57 saat esir tutuldular, sonra bıraktılar. Binbaşımızın kaburgası kırılmıştı.

    2004

     Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ, ABD'ye gitmişti, döner dönmez basın toplantısı yaptı. ''Bazı çevreler ılımlı İslam diye kavramlar üretiyor, hem laik devlet hem ılımlı İslam olmaz. Türkiye böyle kuruldu, böyle devam edecek'' dedi. Washington-Ankara hattında bir şeyler oluyordu.

     Harp akademileri'nde konferans veren Cumhurbaşkanı Sezer ise, lafı hiç eğip bükmüyor, tarihe not düşüyordu: ''Büyük Ortadoğu Projesi'nin ülkemizi etkileyebilecek risklerine karşı uyarıda bulunuyorum... Laik Türkiye'ye İslam Cumhuriyeti tanımlaması getirmek, ılımlı İslam gibi anlamsız modelleri bilinçaltında benimsetmeye çalışmak, kabul edilemez, daha açık söylemiyle irticadır.''

     Cumhurbaşkanı Sezer'in oğlu Levent, kendisi gibi bankacı Evren Altunay'la Çankaya Köşkü'nde evlendi. Gayet sadeydi... Fırsat bu fırsat, beş bin kişi çağırayım da, nasıl olsa Cumhubaşkanıyım, yalakalık olsun diye mücevherler taksınlar demedi. Takı töreni yapılmadı. Hediye vermek isteyenlere ''sizin gelmeniz hediye'' denildi. Nikah şahitlerini gelinle damadın arkadaşları yaptı. Gelin, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü'nde dikilen gelinliği giydi. Konukların çoğu taksiyle ve ya servis minibüsüyle geldi. Köşk'te görevli şoförler, eşleriyle birlikte davetliydi, konuklar arasındaydı. Düğün yemeği Köşk'ün aşçılarına yaptırılmadı, dışarıdan sipariş edildi, Köşk'ün bütçesinden ödenmedi, aile bütçesinden ödendi. Cumhurbaşkanı, o gecenin elektrik parasını bile kendi cebinden ödedi. Gazeteciler içeri alınmadı; gazeteciler intikam aldı, düğün haberi birinci sayfalara konulmadı.

    2005

    Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ''AKP'nin kendi dünya görüşüne yakın dört bin hakim ve savcı atayıp, gelecek 20 senede iktidarını güvenceye almak istediğini'' açıklarken... Amerikan Colgate, misvak özlü diş macununu dünyada ilk kez Türkiye'de piyasaya sürüyordu.

     ... Ağustos ayında 12 şehit vardı. 2002'de sıfırlanan terör, üç senede bu hale gelmişti.

     (Başbakan) İspanya'dan geldi, Diyarbakır'a gitti. Bayram değil seyran değil... ''Evet, Türkiye'nin Kürt sorunu var'' dedi. ''Büyük devlet, yüzleşmesini bilen devlettir'' dedi.

     Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin'in 1998'de açtığı davada son noktayı koydu. ''Türban yasağı, insan hakları ihlali değildir'' kararı verdi. Tayyip Erdoğan hemen bu kararı yorumladı; Anayasamızda yer alan ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ''laik, hukuk devleti'' kavramına nasıl baktığını izah etti. ''Mahkemenin bu konuda söz söylemeye hakkı yok, söz söyleme hakkı din ulemasınındır'' dedi!

     Rektör Aşkın'ın duruşmaya çıkacağı gün... Davanın açılmasına karşı olduğunu söyleyen mahkeme hakimi, Şırrak diye görevden alındı. Başka hakim atandı. Rektör hapiste kaldı. Hukuk'un guguk haline getirilme süreci başlamıştı.
     TÜSİAD, Rektör Aşkın'a sahip çıktı. ''Uzun gözaltı süresini tasvip etmemiz mümkün değil'' denildi. Başbakan öfkelendi. ''TÜSİAD yargıya müdahale ediyor, yürütme olarak hatırlatıyorum, devreye girilmelidir'' dedi. ''Savcılar görece'' demenin kibarcasıydı. Hadi bakalım, Ankara Başsavcılığı, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç hakkında inceleme başlattı. Halbuki, rektöre sahip çıkan TÜSİAD, hapse tıkıldığı zaman Tayyip Erdoğan'a da destek açıklaması yapmıştı... Neticede, Mustafa Koç'a dava açılmadı. İki bin seneyle yargılanan Rektör Aşkın, 76 gün sonra tahliye edildi.

     2006

     İstanbul'da Dünya İş kadınları Zirvesi yapıldı. Başbakan'ın eşi Emine Hanım'ın konuşmasıyla başladı. Suriye Devlet Başkanı'nın eşi, Afganistan Devlet Başkanı'nın eşi, Lübnan Devlet Başkanı'nın eşi falan katıldı. Hiçbiri çalışmıyordu. Hepsi ''eş durumundan'' iş kadınıydı. Dünya böyle iş kadını zirvesinde sadece Cumhurbaşkanımızın eşi Semra Sezer, emekli olana kadar çalışan kadındı. Davet edilmemişti.

     ''Ergenekon başlıkları atıldı. Neredeyse bütün gazeteler, muhabir imzası bulunmayan haberler yayınlıyor, Danıştay saldırısının arkasında ''Ergenekon yapılanması'' olduğu yazıyor; kaynak belirtilmiyordu.

     Tuhaf işler olmaya başlamıştı. Kimliği belirsiz kişiler, gazetecilere telefon ediyor, ''Elimizde müthiş belgeler var, ister misiniz?'' diyordu. ''Genelkurmay'ın önünde'' buluşmak için randevu veriliyor, her giden gazeteciye sarı zarflar teslim ediliyor, zarflardan Atabey çetesiyle alakalı bilgiler, krokiler fışkırıyordu. Danıştay baskını, askerlere yıkılıyordu. Komediydi ama, gülünecek tarafı yoktu... Zarflardan adı çıkan insanlar, şakır şakır tutuklanıyordu. İki sene kadar sonra, bu krokilerin mrokilerin hepsinin palavra olduğu anlaşılacaktı. Ancak, o arada iş işten geçecek, bu mevzuya adı karıştırılan subaylar ordudan atılacaktı.

     TRT'deki kadrolaşma ayyuka çıkmıştı. Mesela, ''Gün Başlıyor'' programının sunucusu İkbal Gürpınar, yönetimin baskılarına dayanamayarak istifa ettiğini açıkladı. ''Konukların kıyafetlerini dekolte bulup, müdahale ediyorlardı, kahkaha atmama bile karışıyorlardı'' dedi. Hadisenin matrak tarafı... Bu sunucumuz, pek yakında tesettüre girecek, dinci tabir edilen kanallarda program yapacak, hatta ''Allahuekber yihhuuu'' sloganıyla meşhur olacaktı.

    2007

     Sabancı Holding, yatırımcı konferansı düzenlemiş, yabancı fon temsilcileriyle Başbakan'ı buluşturmuştu. Yabancılar endişelerini dile getirdi. ''Parayı Türkiye'ye yöneltmemizin en önemli nedeni, Türkiye'nin laik olması... Bu ülke önümüzdeki dönemde laik kalabilecek mi?'' diye sordular. Başbakan sakince cevapladı, ''Laiklik, Anayasa'nın değişmez ilkesidir, endişeniz olmasın, Türkiye gelecekte de laik kalacaktır'' dedi. Yani? ''Türkiye laiktir laik kalacak'' sloganını... Türkiye'de ilk atan kişi, Bizzat Tayyip Erdoğan'dı!

     (Nisan) 13'ünde... Cumhurbaşkanı Sezer, Harp Akademileri'nde konuştu. ''Rejim hiçbir dönemde bu kadar büyük tehdit altında olmadı. Dış güçler, laik cumhuriyeti ılımlı İslam cumhuriyeti yapmak istiyor. TSK iç ve dış odakların hedefi haline geldi, TSK'ya karşı zaman ayarlı oyun oynanıyor'' dedi.

     (Nisan) 27'si gece... Cumhurbaşkanlığı oylaması bitti. Saat 23.30: Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi internet sitesinde sürpriz bildiri yayınlandı. Tarihe ''e-muhtıra'' sıfatıyla geçecek olan bildiride ''Türk Silahlı Kuvvetleri laikliğin kesin savunucusudur, bu konuda taraftır'' deniyordu.

     (Nisan) 28'inde... Genelkurmay'ın bildirisi, neredeyse tüm siyasetini ''mağduriyet'' üstüne kuran AKP'nin gökte arayıp yerde bulduğuydu. Muhalefetteyken ''mağdurum'' diyen AKP, iktidarda gene mağdur olmayı başarmıştı. Dünya demokrasi tarihinde, 11 sene aralıksız tek başına iktidarda kalıp, mağdur olmaya devam eden tek parti AKP'ydi! Neyse... Hükümet, Genelkurmay'ın bildirisine karşı bildiri yayınladı. Adalet Bakanı Cemil Çiçek okudu. ''Genelkurmay, hükümetin emrindedir. Genelkurmay'ın açıklaması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır, üzücüdür'' denildi.

     (Nisan) 29'unda... İstanbul Çağlayan'da Cumhuriyet mitingi yapıldı. İki milyona yakın insan katıldı. Kadınlar ön plandaydı. ''Çankaya yolları şeriata kapalı, ne şeriat ne darbe'' sloganları atıldı. Atatürk posteri ve Türk bayrağı seliydi. Haber kanalları naklen yayınlıyordu. Trabzon, Gaziantep, Mersin, Adana'da televizyonlar seyredilmesin diye, genel bakım ayaklarıyla elektrik kesintileri yapıldı. Denizli'de belediyenin iş makinesi ana hatları kopardı, şehir elektriksiz kaldı. Dünyada birinci haberdi. İran'da bile manşetti. Hatta, İtimad gazetesi ''İslamcılarla laikler karşı karşıya geldi'' yorumunu yapmıştı. Adeta 10 sene gibi süren Nisan ayı nihayet bitti. Başıyla sonu arasında... 10 şehit vardı.

     Profesör Teziç'in görev süresi bitti, YÖK Başkanlığı'na Yusuf Ziya Özcan atandı. Türkiye henüz Malezya olmamıştı ama Malezya'dan YÖK Başkanımız olmuştu! Çünkü Yusuf Ziya Özcan, Malezya İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmıştı. İşin matrak tarafı, YÖK bu üniversiteye denklik vermiyordu. Daha matrak tarafı... Rektör değildi. Dekan bile değildi. Herhangi bir fakülteyi yönetmemişti ama, üniversitelerin hepsini birden yönetecekti.

      Bizim liboş gazeteciler ise, Barzani'yle röportaj kuyruğuna girmişti. Tayyip Erdoğan pek sinirlendi, esti gürledi. ''Fırsat bulsalar İmralı'dakini de konuşturacaklar'' dedi. Breh breh breh... O zamanlar biri çıkıp, ''Barzani'yi AKP kongresine onur konuğu olarak davet edecekler, Apo'ya ulusal sesleniş konuşması yaptıracaklar, hayaldi gerçek olacak'' deseydi, herhalde contaları yakmış diye, alay edilirdi!

     Temmuz ayında 13 şehit vardı. Ağustos ayında 12 şehit vardı. Eylül ayında 5 şehit bardı. Şırnak'ta minibüs tarandı, 12 vatandaşımız öldü. Ekim ayında 35 şehit vardı. Kasım ve Aralık'ta dokuz şehit daha vardı. 2007 bilançosu 138 şehide ulaşmıştı. Öfke doruktaydı. Ahalinin gazını almak gerekiyordu.
     F16'larımız Kuzey Irak'taki PKK kamplarını, Kandil'deki mağaraları vurdu. Uçaklardaki termal kameralarla çekilen bombalama görüntüleri, ilk defa, televizyonlarda yayınlanıyordu. Film gibi seyrediyorduk. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ''PKK kampları artık Biri Bizi Gözetliyor Evi gibi'' dedi. Komandolarımız sınır ötesine geçti. Güya temizlik harekatı yapılıyordu. Şöyle mahvettik, böyle mahvettik manşetleri atıldı ama... Aylardır Kuzey Irak'a gireceğimiz konuşuluyordu. Neredeyse bi davul zurna çalmadığımız kalmıştı. O kamplarda keriz gibi kim kalmış olabilirdi ki?
    Neticede... Hükümet memnun, Genelkurmay memnun, ahali memnun, ABD memnun, hatta, kimsenin burnu kanamadığı için PKK bile memnundu!...

    2008

     Hemen ertesi gün... Yargıtay Başsavcısı, AKP hakkında inceleme başlattı. Hemen ertesi gün... Tayyip Erdoğan'ı ''sayın-kelle''den mahkum ettiren Avukat Kemal Kerinçsiz tutuklandı. N'ooluyor demeye kalmadı, aralarında emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün de bulunduğu 33 kişi hapse tıkıldı. Danıştay baskınından sonra telaffuz edilen ''Ergenekon Örgütü'' manşetlere çıkmıştı. Operasyonu, Özel Yetkili Savcı Zekeriya Öz yönetiyordu.

     Hemen ertesi gün... Türbanı üniversitede serbest bırakan yasa taslağı hazırlandı. Kipa, İngilizlere satıldı. Migros da İngilizlere satıldı. Bankacılık ve sigortacılık gibi, perakendecilik de komple yabancının eline geçmişti... E memleketi yönetenler ''babalar gibi satıcı'' ve ''pazarlamakla mükellefçi'' olunca, memleketin gençlerine kala kala, tezgahtar, kasiyer, sucuk tattırıcısı olmak kalmıştı.

     İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı oldu. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan'la röportaj yaptı; laf dönüp dolaşıp İlker Başbuğ'a geldi. Ertuğrul Özkök ''Tanıdığım az sayıda askerden biridir'' deyince, Tayyip Erdoğan ''Elbette tanırsın, o da sizden'' dedi. Ertuğrul Özkök ''Anlamadım'' diye sorunca, Tayyip Erdoğan ''Canım, o da Fenerbahçeli demek istemiştim'' diye geçiştirdi. Halbuki, Tayyip Erdoğan'da Fenerbahçeli'ydi. O halde neden ''bizden'' değil de ''sizden'' olmuştu? Yakında bütün ülke nedenini öğrenecekti!

     O gün... Tayyip Erdoğan'a Eğirdir Komanda Okulu gezdiriliyordu. Cemil Çiçek yerde mermi kovanları buldu, eğildi, aldı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ''Aman dikkat edin, iyi saklayın, yoksa Ergenekon'dan içeri girersiniz'' dedi. Güldüler.. ''İleri görüşlü'' komutandı. Adeta, kendi başına gelecekleri görmüştü.

    2009

     Derken... Emekli Albay Mustafa Levent Göktaş tutuklandı. Bordo bereli efsane subaydı. TSK'da üç tane üstün cesaret madalyasına sahip tek askerdi. Emekli olduktan sonra avukatlık yapmaya başlamıştı. Bürosu basıldı. ''DVD bulduk'' denildi. ''51'' numarasıyla kaydedilen DVD'den devlete ait gizli belgelerin çıktığı öne sürüldü. Albay Göktaş ''Kesinlikle bana ait değil, büroma nasıl geldi bilmiyorum'' dedi ama nafile... Bu esrarengiz DVD, Ergenekon davasının omurgasını oluşturacaktı. Tayyip Ergoğan ''Bunlar daha işin başı'' dedi. Vardı herhalde bir bildiği.

     Sahte haham Tuncay Güney ''Egenekon'un kara kutusu'' sıfatıyla, TRT'ye çıkarıldı. Genelkurmay başkanlarına çeteci, Deniz Baykal'a MİT ajanı dedi. Kudüs Paktı'ndan girdi, Şanghay Beşlisi'nden çıktı. Ne belge, ne kanıt... Bulaştır bulaştırabildiğin kadar'dı.
     Bu karanlık adam, seneler sonra, 2013'te yeniden piyasaya çıkacak, ''Ergenekon davası bir projeydi, vicdanen rahatsızım, verdiğim ifadeler geçersizdir, devlet beni kullandı'' diyecekti ama... İş işten çoktan geçmiş olacaktı. Hahamın yalanlarını bangır bangır duyuranlar, hahamın itiraflarını görmezden gelecekti. Haysiyet cellatlığı başlamıştı. İsimler ortaya atılıyor, manşetlerden infaz ediliyordu. Köşe yazılarında listeler yayınlanıyordu. Adeta, Nazi Almanyası'ndaki gibi kapılar işaretleniyordu.

     Kayseri garnizon Komutanı Tümgeneral Rıdvan Ulugüler'in, Ergenekoncu olduğu, halkı fişlediği iddia edildi. İnternet siteleri böyle yazıyordu. Genelkurmay soruşturma açtı. İki astsubay tutuklandı. Tutuklanan astsubaylardan biri, itiraf etti... Fetullah Gülen cemaatinin Işık Evi'nde kaldığını, oradan tanıdığı ağabeyleri olduğunu, o ağabeylerinin isteğiyle Tümgeneral adına sahte emir yazdığını söyledi. Kendine flash bellek verildiğini, yüzbaşının şifresini kırarak sisteme kopyaladığını, bilgisayarı kapatıp, flash belleği iade ettiğini anlattı. Hadise kabak gibi ortadaydı... Ancak, Türkiye meşguldü. Seçime günler kalmıştı. TSK'nın neredeyse bütün komuta kademesini Silivri'ye gönderecek olan bilgisayarlı komplolar zincirinin ''ilk halkası'' arka sayfalarda küçücük haberlerle kaynadı gitti. İşaret fişeğiydi ama... Basınımızda saman alevi kadar değer bulmamıştı. Bu general, iki sene sonra içeri tıkılacaktı. Bu astsubay, iki sene sonra serbest bırakılacaktı.

     Seçime iki gün kala'madan... BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopter, Kahramanmaraş'tan Yozgat'a gelirken, dağlık alana düştü. İhlas Haber Ajansı muhabiri İsmail Güneş, helikopterdeydi. Cep telefonuyla 112'yi aradı. ''Herkes öldü galiba, diğerlerinden ses yok, burada donacağız, her taraf sis, kar, kötüyüm, ayağım kırık, yerimizi hala tespit edemediniz mi?'' diye yardım istedi. Yürekleri parçalayan bu çaresiz telefon kaydı televizyonlarda yayınlanıyor, nereye düştükleri bir türlü bulunamıyordu. Gece yarısı saat ikiye kadar üç ayrı telefondan sinyal alınmıştı. 11 helikopter, bir uçak, 2 bin askerle arama yapılıyordu. Keş Dağı'nın ısrarla kuzeyi aranıyordu. Canlı yayınlara çıkan köylüler ise ''Dağın yanlış tarafında arıyorlar, olsa olsa güneydedir'' diye bağırıyor, dinletemiyorlardı. ''Telekulak Cumhuriyeti''nde on binlerce insanın telefonu dinleniyor, kimin hangi saniyede nerede olduğu biliniyor, hatta, kapalı haldeki telefonlardan bile mikrofon gibi kayıt  yapılabiliyordu ama.. Muhabir İsmail'in 112'yi aramasına rağmen, üç ayrı telefondan sinyal alınmasına rağmen, her nasılsa helikopterin yeri bulunamıyordu.
     Köylüler baktılar ki dinletemiyorlar... Arama yapılan bölgenin tam aksi istikametine gittiler ve enkazı tam da söyledikleri yerde buldular. 47 saat geçmiş, iş işten geçmişti. Cenazelerin üstünde iki parmak kalınlığında buz vardı.
     Helikopterin burnu parçalanmıştı ama, gövdesi komple sağlam duruyordu. Muhsin Yazıcıoğlu'yla birlikte dört cenaze, helikopterin yakınında bulundu. Gazeteci İsmail Güneş'in cesedi, anca ertesi gün bulunabildi. Kopan koltuğu kızak yapıp, kırık bacağıyla yokuş aşağı kaymaya çalışmış, 500 metre kadar gidebilmiş, bir kaya dibine sığınmaya gayret etmişti. Diğerleri ilk darbede hayatını kaybettiyse bile, düzgün arama yapılsa, en azından İsmail'in kurtulması mümkündü.

     2007 genel seçim sonuçları, sandıklar kapanır kapanmaz, 20 dakika sonra açıklanmıştı. Yerel seçim sonuçları öyle olmadı, bir türlü açıklanamadı. Yüksek Seçim Kurulu'nun bilgisayar sistemi çöktü. Sayımlar sırasında İstanbul'da Ankara'da elektrikler kesildi. Ankara'da zabıta aracında çuval çuval oy pusulası yakalandı, yakılmış oy pusulaları bulundu. Muhalefetin belediye başkan adayları sandık başlarında adeta nöbet tuttuğu için, genel seçimdeki gibi oldu-bittiye getirilememişti!

    2010

     2003 senesinde, dönemin Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan liderliğinde ''Balyoz'' kod adıyla darbe planı yapıldığı iddia ediliyordu. Darbe kararının, 29'u general 162 subayın katıldığı toplantıda alındığı öne sürülüyordu. Plana göre, camiler bombalanacak, F16'mız Ege'de kasten düşürülecek, kaos yaratılacak, 200 bin kişi gözaltına alınacak, halka ateş açılacak ve darbe yapılacaktı.
     Çetin Doğan isyan etti, ''Düzenli olarak yapılan plan semineriydi, herhangi bir savaş anında çıkabilecek karışıklıkları önleme planıydı. Cami bombalanması, uçak düşürülmesi filan yapıştırma, üretim, iftira... Bunlar hangi dinsiz, imansız, hasta adam düşünebilir?'' dedi.
     Genelkurmay Başkanı Başbuğ basın toplantısı yaptı. ''Bu iddiayı ortaya atan vicdansızlara soruyorum... Biz askere Allah Allah diye taarruz ettiriyoruz. Bu ordu nasıl olur da Allah'ın evine bomba atmayı düşünür? Hicap duyuyorum, lanetliyorum'' diye bağırdı. Öfkesinden kürsüyü yumrukladı.
     Çirkin bir kısır döngü başlamıştı. Manşetlerinden iftira üstüne iftira atıyorlar, köşelerinden ''Cevap ver Başbuğ'' diye makale yazıyorlar, Başbuğ cevap verince de '' Demokratik ülkede nasıl olur da genelkurmay başkanı bu kadar konuşur, susturun şu adamı'' diyorlardı.

     TSK'nın kamyonu ''terör örgütü kamyonu'' olarak gösterilirken... Uşak'ta bir otomobil hatalı solladı, karşı yönden gelen kamyonun altına girdi, sürücü öldü. Otomobilin bagajından cep telefonuyla patlatılmaya hazır, beş kiloluk bomba düzeneği bulundu. Sürücünün cebinden şifreli krokiler çıktı. ''PKK kuryesi'' olduğu yazıldı. Gerisini öğrenemedik... Çünkü savcılık tarafından alelacele gizlilik kararı alındı, yayın yasağı getirildi. TSK terör örgütü gibi sunuluyor, tescilli terör örgütünün bombaları kamuoyundan gizleniyordu.

     Gazeteler 31 Mayıs'ta ''yıldırım baskı'' yaptı. Çünkü 30 Mayıs gecesi iki müthiş haber patlamıştı. Birincisi, İskenderun'daydı. Askeri araca roketle saldırıldı, altı şehit verdik. İkincisi, Akdeniz'deydi... Helikopterle gelen İsrail komandoları, Mavi Marmara feribotunu, uluslararası sularda bastı. Sivillere kurşun yağdırdı. Dokuz vatandaşımız hayatını kaybetti. Yaralıları bile kelepçelediler. Kameraya kaydetmişlerdi, televizyonda yayınlıyorlardı. Dehşet ve çaresizlik içinde seyrediyorduk.
     Mavi Marmara feribotu, sadece iki ay önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından İnsani Yardım Vakfı İHH'ya 1 milyon 800 bin liraya satılmıştı. Hadisenin nereye varacağını kavrayamayan basınımız, bu satışın sebebini hiç merak etmemiş, tek sütun haber bile yapmamıştı. Türk halkı, her zaman olduğu gibi, anca testi kırıldıktan sonra öğreniyordu.
     İsrail, Hamas kontrolündeki Gazze'ye ambargo uyguluyordu. Mavi Marmara yolcuları bu ambargoyu delmeye gidiyordu. 2007'de TBMM Üstün Hizmet Ödülü alan İnsani Yardım Vakfı organize etmişti. Konvoyda, Mavi Marmara'yla beraber, daha küçük ebatlarda altı gemi bulunuyordu. Gıda maddesi, giyecek, ilaç, çimento falan götürüyorlardı. 32 ülkeden 663 kişi vardı. Sadece Türkler öldürüldü...

     Sandığa günler kala... Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı tarafından yazılan Haliç'te Yaşayan Simonlar-Dün Devlet Bugün Cemaat isimli kitap piyasaya çıktı. Türkiye temellerinden sarsıldı. Fetullah Gülen cemaatinin polis teşkilatı içinde nasıl örgütlendiğini, özel yetkili bütün savcı ve hakimlerin değiştirilmesi gerektiğini, aksi halde cemaate muhalif hiç kimsenin hayatının güvencede olamayacağını, gündemi sarsan iddiaların cemaat tarafından yayıldığını, Ergenekon'un Balyoz'un cemaatin işi olduğunu, Deniz Baykal'a yönelik kaset komplosunun cemaat tarafından yağıldığını yazıyordu. ''Karşımızdaki kişiler polis, hakim ve ya savcı değil, cemaatin elemanlarıdır'' diyordu. Somut örnekler anlatıyor, isimler veriyor, şahitler gösteriyordu.

     Memlekette satacak mal kalmamıştı. 49 seneliğine kiralıyoruz ayaklarıyla dereleri satmaya başlamışlardı. Tabiat harikalarına hidroelektrik santralleri kuruluyordu. Çevreciler mücadele ediyor, mahkemeye veriyor, dereleri SİT alanı ilan ettirerek, baraj inşaatlarını engellemeye çalışıyorlardı. Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi, bu hadiseyi kaleme aldı. Köşe yazısını ''Analarını bile satan zihniyetin marifetlerini görüyoruz'' cümlesiyle bitirdi. Ertesi gün özür diledi ama, iş işten geçmişti. Linç kampanyası başlatıldı. AKP resmi olarak kınadı, Başbakan mahkemeye verdi. Hürriyet binası önünde protesto gösterileri yapıldı, Hürriyet gazetesi yakıldı. 24 saat dayanabildi... Oktay Ekşi istifa etti. 44 senedir Hürriyet'te çalışan, 36 senedir başyazar olan gazeteci, bir cümleyle infaz edilmişti.

     Diyanet İşleri Başkanı Profesör Ali Bardakoğlu, görevden alındı. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından bu makama getirilmişti. AKP'yle hep mesafeliydi. Kürt açılımına destek vermemişti. ''Zihinlerdeki parçalanmayı arttırır'' diyerek, Kürtçe vaaza karşı çıkmıştı. Sık sık Atatürk'e atıfta bulunurdu. Kadın hakları konusunda çağdaş adımlar atmış, iktidar-muhalefet ayırmamıştı. Tayyip Erdoğan ''Başörtüsünü Diyanet'e soralım'' dediğinde... ''Yasal düzenleme için Diyanet'in görüşünü sormak, laiklik ilkesine aykırıdır'' cevabını vermiş, bardağı taşırmıştı! Görevden alındı. Yerine, Mehmet Görmez getirildi.

     Wikileaks depremi başladı. ''Bay Sızıntı'' lakaplı Avustralyalı gazeteci Julian Assange, ABD büyükelçilerinin Washington'a gönderdiği kriptoları yayınlıyordu. ABD'yle iş tutan ülkelerin ipliği pazara çıkmıştı. Peyder pey 251 bin belge yayınlanacaktı. Depremin merkez üssü, Ankara'ydı. 8 bin civarında belge, ABD Ankara Büyükelçiliği kaynaklıydı.
     Amerikalı diplomatların kriptolarına göre, Türkiye ''İslamcı bir geleceğe doğru gidiyor''du. AKP'nin önde gelen pek çok yöneticisinin cemaat üyesi olduğu... Başbakan'ın çevresinin ''dalkavuk'' danışmanlarla doldurulduğu anlatılıyordu. Bazı belgeler sansürlenerek yayınlanmıştı. Mesela, 8 Haziran 2005 tarihli yazışma, Başbakan Erdoğan'ın yakınında ''köstebek'' olduğu izlenimi yaratıyordu. İsmi gizlenerek xxxxx olarak belirtilen danışmanlardan biri, AKP'ye ait bilgileri Amerikalı diplomatlara aktarıyordu.
     Çok iddia vardı ama, bir tanesi manşetlerde patlayacaktı. 30 Aralık 2004 tarihli kriptoda... Tayyip Erdoğan'ın İsviçre'de sekiz banka hesabı olduğu ima ediliyor, eski ABD Büyükelçisi Eric Edelman'ın bu iddiayı iki kişiden duyduğu öne sürülüyordu.
     Tayyip Erdoğan, o sırada Libya'daydı. Kaddafi adına verilen İnsan Hakları Ödülü'nü alıyordu. Çok sinirlendi. ''Benim İsviçre bankalarında bir Allah kuruşu param yok, bu tür iftiraları atıp ispatlamayanlar ne kadar alçaksa, bu iftiraları yayanlar, siyaset malzemesi yapanlar da aynı derecede müfteridir, alçaktır'' dedi. Kaderin oyunuydu bir nevi. Yandaş medyanın iftira manşetleri, bumerang gibi dönüp, Tayyip Erdoğan'ı vurmuştu. Neydi o bumerang derseniz... Geçen seçimin arefesinde ''Deniz Baykal'ın İsviçre'de gizli hesabı var'' manşetleri atmışlardı... Ve, buna kanıt olarak Pentagon'a ait olduğu öne sürülen bir belgeyi göstermişlerdi. Deniz Baykal mahkemeye başvurmuş, İsviçre Adalet Bakanlığı aracılığıyla, İsviçre'de banka hesabı olmadığı kanıtlanmıştı. ABD Ankara Büyükelçiliği de, Pentagon'a ait öyle bir belge olmadığını açıklamıştı.
     Peki, şimdi Tayyip Erdoğan da bağırmak yerine benzer bir yola başvurup, mahkeme kanalıyla İsviçre'de hesabı olmadığını belgeleyecek miydi? Bu sorunun cevabı merak ediliyordu. Başbakanımız çıktı, küçük bir hatırlatma yaptı. ''Biz rahatız, iftira atanlar düşünsün... 'Tayyip Erdoğan'ın 1 milyar doları var' diyen kişi, Ergenekon'dan içeride'' dedi. Şırrak Wikileaks haberleri bıçak gibi kesildi.

     ... Diyarbakır Barosu eski başkanı olan Sezgin Tanrıkulu, anadilde eğitim başta olmak üzere, pek çok konuda BDP'yle birebir görüşlere sahipti. Muhammed Çakmak ise, her fırsatta Fethullah Gülen'e hayranlığını dile getiren ilahiyat fakültesi akademisyeniydi. Bu iki isim ''yeni CHP''nin sembolleriydi...

    2011

     Arap Baharı patladı. Wikileaks'in ilk somut sonucuydu. Tunus first leydisi Leyla'nın yolsuzluk belgeleri Wikileaks'te yayınlandı, halk ayaklanması başladı. Ülkeyi 23 senedir demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin bin Ali, Suudi Arabistan'a kaçtı. İlk bakışta ''ABD'nin ipliğini pazara çıkardı'' zannedilen Wikileaks, ABD çıkarlarına gayet güzel hizmet ediyordu. ABD hariç, ismi geçen her ülkede karışıklık çıkarıyor, hasar yaratıyordu. 10 gün sonra, Mısır patladı. Tunus'a benzemedi, kanlıydı. Sokak çatışmaları oluyor, insanlar ölüyordu. Türkiye'nin istihbaratı, öngörüsü sıfırdı. Tunus'tan sonra Mısır'daki Türk vatandaşları da olayların ortasına sıkışmıştı. Attık mı mangalda kül bırakmıyorduk ama, o sırada Mısır'da bulunan ''Atıcılık'' Milli Takımımız bile mahsur kalmıştı! Bizim hükümet, dinci muhaliflerin safındaydı. Mübarek'e sırtımızı dönmüştük. 
     Oysa, aynı Mübarek, Apo'nun Suriye'den çıkarılması konusunda ara buluculuk yapmıştı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden ''Üstün Hizmet Madalyası'' bile almıştı. Dün dündü.

     Araştırmacı gazeteciliğin sembol isimlerinden Nedim Şener, uzun süredir yandaş medyada hedef gösteriliyordu. Dink Cinayeti, İstihbarat Yalanları ve Ergenekon Belgelerinde Fetullah Gülen isimli kitapları yüzünden başı dertteydi. Ahmet Şık ise, İmamın Ordusu isimli kitabını piyasaya çıkarmak üzereydi. Tutuklamayla beraber Türkiye'nin en çok merak edilen kitabı haline gelmişti; Fetullah Gülen cemaatinin Emniyet Teşkilatı'ndaki yapılanmasını anlatıyordu. Kafasına bastırılarak götürülen Ahmet Şık, ''Dokunan yanar'' diye bağırıyordu. İmamın Ordusu kitabının yayın evi, polis tarafından basıldı. Kopyaları imha edildi. Henüz piyasaya bile çıkmamış kitap, suç olmuştu. Bir kitabın tutuklandığına ilk defa şahit oluyordu Türkiye... Şık'ır Şık'ır demokrasiydi.

     Ve, NATO uçakları Kaddafi güçlerini vurdu. NATO dediğin elbette ABD'ydi ama, Kaddafi'nin kafasına ilk bombayı atma şerefi (!) Fransa'ya bırakılmıştı. Böylece, Libya petrolüne kimin oturacağı belli olmuştu. Tunus, Mısır ve Libya'nın patlayacağını öngöremeyen AKP hükümeti, nal toplayanlar arasında kalmıştı. Hatta Başbakanımız, vaziyeti öylesine kavrayamamıştı ki... ''Böyle saçmalık olur mu, NATO'nun Libya'da ne işi var?'' demişti. Figüren durumuna düştüğümüz anlaşılınca, ''NATO'nun Libya'da ne işi var?'' diyen hükümetimiz apar topar tezkere çıkardı. Dört fırkateyn ve bir denizaltı göndererek NATO operasyonuna katıldı. Yetmedi... İzmir'i NATO'nun hava harekatı merkezi yaptı.

     ''Aynı sudan içmişiz'' denirken... Tayyip Erdoğan, Artvin-Hopa'ya gitti. ''Su haktır satılamaz'' pankartlarıyla karşılandı. Bu pankartı açan vatandaşlara durup dururken biber gazı sıkıldı. Emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetti. Arbede çıktı. Tayyip Erdopan'ın otobüsüne taş atıldı. Kafasına taş denk gelen koruma polis komaya girdi. Artvin Emniyet Müdürü görevden alındı.

    2012

     O arada, PKK yol kesti, Lice'de iki astsubayı kaçırdı. Kimse üzerinde bile durmadı. Oysa, iki sene sonra yapılacak tarihi pazarlığın ilk ''tutsak''larıydı. Aynı gün... Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla açıklama yaptı. ''Devletin gönderdiği heyetle, barış konseyi için mutabakat halindeyiz'' dedi. Bütün dünya ajansları bu açıklamayı flaş haber olarak duyurdu. Türk basını görmedi, görmezden geldi.

     ... Ağustos başında, Obama, Başbakanımıza telefon etti. Suriye'yi konuştukları açıklandı. O gün... Besar Esad kötü adam oldu! Sayın medyamız düğmeye basılmış gibi, koro halinde Esad'ın ne kadar diktatör olduğunu yazmaya başladı. Yüksek Askeri Şura bitti, Başbakanımız ''Suriye bizim iç meselemiz, gereğini yapacağız'' dedi. Güya, komşularımızla ''sıfır sorun'' politikası güderken... Birbirleriyle ''düşman'' olan İsrail ve Suriye'nin ''ortak düşmanı'' olmayı başarmıştık!

     Peki, nasıl oluyor da böyle oluyordu? Aslında Mısır'da, Libya'da neler dönüyordu? Suriye'deki meselenin üstüne niye atlamıştık? Hani şu, van münüts'teki moderatör vardı ya... Davos'ta Başbakanımızın fırça kaydığı Amerikalı gazeteci David Ignatius... Washington Post'ta şunları yazıyordu: ''Arap Baharı'nı yönlendirmek için geri planda kalmayı tercih eden Amerikan yönetimi, bu işe en uygun kişi olarak Tayyip Erdoğan'ı seçti. Çünkü Tayyip Erdoğan İslamcı partilerde saygın bir yere sahip... Beyaz Saray yönetimi, Obama'nın ilk yurt dışı gezisi için Ankara'yı düşünürken, bunları hesapladı. Obama ve Erdoğan, Mısır, Libya, Suriye ve İran olaylarıyla ilgili çok sıkı işbirliği yürütüyor. Sadece bu yıl içinde 13 defa görüştüler.'' Demek ki neymiş? Van münüts falan derken, arka planda bunlar oluyormuş!

     Peki, ''kardeşim'' filan diye sarılırken, Beşar Esad'ı neden aniden ''kötü adam'' ilan etmiştik? Washington Post'un yazarı ''Beyaz Saray tutanakları''na dayandırarak, bu sorunun cevabını da veriyordu: ''Bir zamanlar Esad'ın en yakın müttefiki olan Tayyip Erdoğan, şimdi en keskin düşmanı... Tayyip Erdoğan'da sıkça görüldüğü gibi, bu da kişisel... Çünkü Obama bastırıyor, Suriye meselesinde Türkiye devreye giriyor. Tayyip Erdoğan, aralarındaki dostluğa güvenerek Beşar Esad'ı 72 saatte ikna esebileceğini söylüyor. Beşar Esad, Tayyip Erdoğan'a reformlar yapacağı konusunda söz veriyor. Ancak, sözünü tutmuyor, ABD'nin istediği reformları yapmıyor. Türk Başbakanı mahcup durumda kalıyor. Öfkeleniyor. Bu öfke hala devam ediyor. Türkiye'yi katı bir tavır izlemeye itiyor.'' Kesip, saklanacak makaleydi.

     Başbakanımız Mısır'dayken... MİT'ileaks patladı! Oslo rezaletinin ses kayıtları internete düştü. Tayyip Erdoğan'ın ''Bölücülerle masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir'' dediği tarihlerde... Milli İstihbarat Teşkilatı'nın PKK'yla resmen masaya oturduğu ortaya çıktı. Norveç'in başkentindeki pazarlık görüşmelerine, o dönem Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan ve MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş katılmıştı. Ses kayıtlarını internete kimin sızdırdığı gene meçhuldü.
     Tayyip Erdoğan ''Görüşenler şerefsizdir'' lafını değiştirdi. ''Hükümet görüşmüyor, devlet görüşüyor'' dedi. Halbuki, ses kayıtlarına göre, Hakan Fidan Oslo masasında kendisini teröristlere tanıtırken, açık açık ''Müsteşar yardımcısıyım ama, Sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim'' diyordu.
     Milli İstihbarat Teşkilatımızın,  İmralı'yla Kandil arasında ''kurye''lik yaptığı, tarafların birbirine yazdığı mektupları taşıyıp, elden teslim ettiği anlaşılıyordu. Oslo sohbetinin en çarpıcı bölümü ''patlayıcı''larla ilgiliydi. PKK'yı temsil eden terörist ''Bizim güçler Türkiye'nin her tarafında var'' diyor, MİT'çi de ''Biliyoruz biliyoruz, metropolleri patlayıcılarla doldurunuz'' diyordu. Sadece 24 saat sonra, Ankara'nın göbeğinde Kızılay'da bomba patladı, dört kişi öldü, 34 kişi yaralandı.
     Türk İstihbaratı katmerli madara edilmişti. Hem ''gizli buluşma'' afişe olmuştu. Hem de ''Biliyoruz diyorsunuz ama, burnunuzun dibinde bomba patlatırız, ruhunuz bile duymaz'' mesajı veriliyordu.

     Odatv davasında tutuklanan MİT Asya Bölgesi Başmüşaviri Kaşif Kozinoğlu, Silivri Cezaevi'nde vefat etti. Henüz duruşmaya çıkmamıştı. Sadece dokuz gün sonra ilk defa hakime ifade verecekti. Ne diyeceği en fazla merak edilen sanıktı. ''Spor yaparken kalpten öldü'' dediler. 55 yaşındaydı, sağlık sorunu yoktu. Bordo bereli subaydı. Dünya Özel Kuvvetler Şampiyonası'nda teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, su altı dalışı, hayatı idame'de dünya şampiyonuydu. Vücudunda mermi izleri taşıyordu, gizli görevleri sırasında vurulmuş, ölmemişti. ''Spordan öldü'' deniyordu!

     2011'in son faciasına bizzat devletimiz imza attı. Kuzey Irak'tan katırlarla giriş yapan kaçakçılar, terörist zannedildi. Şırnak-Uludere yakınlarında, F16'larla bombalandı. Aralarında çocukların da bulunduğu 34 kişi hayatını kaybetti. ''CHP hükümeti Dersim'i bombaladı'' denirken ''AKP hükümeti Uludere'yi bombaladı'' durumuna düşülmüştü. Genelkurmay, baş sağlığı mesajı yayınladı, orduevlerindeki yılbaşı kutlamaları iptal edildi. Necdet Özel'in Genelkurmay Başkanlığı'na kadar TSK'yı yerden yere vuran, devamlı ihmalle-kasıtla suçlayan yandaş basın... Şimdi, TSK avukatı kesilmişti. Talihsizlik olduğunu yazıyorlardı.
     Hayatını kaybeden vatandaşlar, Uludere'nin Ortasu Köyü'ndendi. Yol geçen hanı gibi kaçakçılık yaptıkları, sınırdan ne zaman çıktıkları ne zaman girdikleri, bölgedeki bütün devlet görevlileri tarafından biliniyordu. O halde ''hatalı istihbaratı'' kim vermişti? Bu kitabın piyasaya çıktığı 2013'ün Eylül ayında bile hala belirsizdi.

     ... Önümüzdeki seneden itibaren önlük ve ya tek tip forma giyilmeyecek, çocuklar istediği kıyafetle okula gelecekti. İlk bakışta ''özgürlük'' gibi görünüyordu. Biraz detayına bakınca... Güya kıyafet serbestti ama tayt, şort, dizüstü etek, askılı tişört, kolsuz gömlek yasaktı. Buna mukabil, Kuran dersinde türban serbestti. Önlüğü çıkarmışlar... Aynı önlüğü kızların kafasına takmışlardı. Dört artı dört dedikleri, ört artı ört'tü. Okul arması dışındaki rozetler de yasaklanmıştı. Okulun adı değilse, Atatürk rozeti kullanamazdın.

    2013

    Balyoz davasında gerekçeli kararı açıklandı. ''Genelkurmay tarafından mahkememize bildirildi, ele geçirilen dijital belgelerin asılları var'' denildi. Peki, hakikaten söz konusu belgelerin asılları Genelkurmay'da var mıydı? Genelkurmay derhal yazılı açıklama yaptı, derhal yalanladı, ''Bizde belge yok, mahkemeye de belge melge vermedik'' dedi. Türk hukuk tarifi, skandalın böylesine ilk defa şahit oluyordu.
     Üstelik... ''2003'te hazırlandı'' denilen dijital belgeler, 2003'te henüz icat edilmemiş 2007 fontlarıyla yazılmıştı. CHP soru önergesi verince, Milli Savunma Bakanı bile bu çelişkiyi itiraf etmek zorunda kalmıştı. ''Microsoft Office 2007 yazılımı, TSK'da 2007'den itibaren kullanılmaya başlandı, zaten 2006'da icat edildiğini düşünürsek, 2003'te kullanılması mümkün değil'' demişti...

     Gezi Parkı direnişi patladı. Taksim'i yayalaştırma projesi başlatılmıştı. Trafik yer altına alınıyordu. Herkes memnundu. Topçu Kışlası'nın yeniden inşa edileceği ortaya çıktı. Hır çıktı. Topçu Kışlası, 31 Mart Vakası olarak bilinen şeriatçı ayaklanmanın merkeziydi, simgesiydi. Osmanlı tarafından Fransız bankasına satılmış, 1940'ta yıkılmış, yerine park yapılmıştı. Sorun buydu... Kışlanın yeniden inşa edilmesi demek, Taksim'deki tek yeşil alan, Gezi Parkı'nın betonlaşması demekti.
     50-60 kişilik küçük bir grup, ağaçlar sökülmesin diye Gezi Parkı'nda çadır kurdu, nöbet tutmaya başladı. Kim olduğu meçhul tipler sabaha karşı çadırları tutuşturmaya kalktı... Ülkede yangın çıktı. Mahalle baskısından sıkılan, özgürlüklerine her fırsatta müdahale edilmesinden bıkan gençlerimiz, sokağa döküldü. ''Her yer Taksim her yer direniş'' sloganlarıyla 62 şehirde protesto gösterisi yapıldı. Polis görülmemiş sertlikte müdahale etti. Tazyikli su, gaz bombası ve plastik mermi kullandı. Beş kişi öldü. 8 binden fazla kişi yaralandı. 12 kişi gözünü kaybetti. Bir kişinin dalağı alındı.

     Hayatını kaybedenlerden biri, Ethem Sarısülük'tü. Ankara'da polis kurşunuyla vuruldu. Vurulma anı, tesadüfen televizyon kameralarına yakalanmıştı. Tetiği çeken polis belliydi. Mahkemeye çıkarıldı. Kalabalığın arasında kaldığını, havaya ateş ettiğini söyledi. Meşru müdafaa kabul edildi, serbest bırakıldı. Yandaş medya, polis aklamak, Ethem'i karalamak için iftira üstüne iftira attı. ''Bayrak yaktı'' dediler. Alakasının olmadığı kanıtlandı. Siperde, kum çuvallarının önünde çekilmiş fotoğrafını yayınladılar, ''terör kamplarında çekilmiş fotoğrafı'' dediler. Halbuki... Hakkari-Şemdinli'de karakol inşaatında çalışırken çekilmiş fotoğraflarıydı. Sanki gizlice ele geçirilmiş gibi yayınladıkları fotoğrafı, Ethem'in bizzat kendi Facebook sayfasındaydı.

     Neyse ... Gezi parkı olayları dünya çapında yankı buldu. ABD Başkanı Obama bizzat Tayyip Erdoğan'ı aradı, barışçıl demokratik gösterilere saygı duyulmasını istedi. Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu, polisin orantısız güç kullanmasını kınadı. BM Genel Sekreteri, hatta NATO Genel Sekreteri bile AKP hükümetini eleştirdi. Hükümet geri bastı.
     ''Topçu Kışlası'nı yapacağız, alışveriş merkezi olarak hizmet görecek'' diyen Tayyip Erdoğan... Sanki bu lafları söyleyen kendisi değilmiş gibi, ''Taktılar alışveriş merkezine... Zaten metresiyle falan Topçu Kışlası'nda alışveriş merkezi olması mümkün değil'' dedi.
     Halk oylamasına gidileceği açıklandı. Ona da gerek kalmadı. Çünkü Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve Peyzaj Mimarları Odası dava açmıştı. Mahkeme, Topçu Kışlası projesini komple iptal etti.

    Hiç yorum yok:

    Yorum Gönder