Yılmaz Özdil'in kitabından küçük notlar diye başladığım ama
uzayan kitap alıntıları ile dolu bir yazı oldu. Bu kitabı okumak insanın bakış
açısını değiştiriyor. Belki daha doğrusu zaman içinde olduğundan arka arkaya
okuduğumuzda farklı şekilde düşünüyoruz. Keşke söyleyebilecek, yapabilecek bir
şeylerimiz olsa ya da en azından umudumuz olsa. Doğrusu kitabı okurken bol bol
baş ağrısı yaşadığım, sık sık da sinirden güldüğüm bir gerçek. Kendimce herkesin objektif olarak okuması gerektiğine inandığım bir kitap aynı zamanda.
2003
... 11 senedir Diyanet İşleri Başkanı olan
Mehmet Nuri Yılmaz ''İlk defa bu hükümetten baskı gördüm, dini siyasete alet
etmek istiyorlar'' diyerek istifa ediyordu.
Ama, Türkiye'nin çok daha önemli
mevzuları vardı. Mesela herkes, Fenerbahçe'ye gol atınca elini şortuna sokup,
tribüne doğru tombala sallayan Pascal Nouma'yı konuşuyordu. Irak haberlerinin
bile önüne geçmişti. Derhal sözleşmesi feshedildi, Beşiktaş'tan kovuldu.
Burnumuzun dibindeki savaşa dair gıkını bile çıkarmayan Genelkurmay başkanı
Hilmi Özkök, haftalar sonra ilk defa basına açıklama yaptı, ''Pascal Nouma'yı
göndermeselerdi, Beşiktaş üyeliğimi askıya alacaktım'' dedi.
... ki, Cumhuriyet gazetesinin ''Genç
subaylar tedirgin'' manşeti, gündeme bomba gibi düştü. Mustafa Balbay imzalı
habere göre, Genelkurmay Başkanı Özkök, Başbakan'ı uyarmış, ''irticai
gelişmelerden sadece genç subayların değil, ordunun tamamının kaygı duyduğunu''
söylemişti.
Peki söylemiş miydi?
Hilmi Özkök üç gün sustu, başkent
kaynadı, üç gün sonra çıktı, ''Yalanlamaktan öte lanetliyorum, bu dedikoduları
çıkaranların vatan millet sevgisinden şüphe etmek lazım'' dedi. Halbuki, taa
dokuz sene sonra, Ergenekon davasında ifade verecek, Başbakan'ı subayların
tedirginliği konusunda uyardığını anlatacak ve ''Yalanlamaktan öte
lanetliyorum'' dediği haberi doğrulayacaktı.
Süleymaniye'deki irtibat büromuz
ağır silahlı Amerikan askerleri tarafından basıldı. Bordo bereli 11 subay ve
astsubayımız kafalarına çuval geçirilerek, kelepçe takılarak, dipçiklenerek
tutuklandı. ABD'ye nota verdiğimiz iddia edildi. Üç saniye sonra bizzat
Başbakan tarafından yalanlandı, ''Müzik notası değil bu, her aklınıza estiğinde
verilmez, ciddiyeti vardır'' dedi. ''Daha ne ciddiyeti olacak birader''
denilemedi tabii... 57 saat esir tutuldular, sonra bıraktılar. Binbaşımızın
kaburgası kırılmıştı.
2004
Genelkurmay İkinci Başkanı İlker
Başbuğ, ABD'ye gitmişti, döner dönmez basın toplantısı yaptı. ''Bazı çevreler
ılımlı İslam diye kavramlar üretiyor, hem laik devlet hem ılımlı İslam olmaz.
Türkiye böyle kuruldu, böyle devam edecek'' dedi. Washington-Ankara hattında
bir şeyler oluyordu.
Harp akademileri'nde konferans veren
Cumhurbaşkanı Sezer ise, lafı hiç eğip bükmüyor, tarihe not düşüyordu: ''Büyük
Ortadoğu Projesi'nin ülkemizi etkileyebilecek risklerine karşı uyarıda
bulunuyorum... Laik Türkiye'ye İslam Cumhuriyeti tanımlaması getirmek, ılımlı
İslam gibi anlamsız modelleri bilinçaltında benimsetmeye çalışmak, kabul
edilemez, daha açık söylemiyle irticadır.''
Cumhurbaşkanı Sezer'in oğlu Levent,
kendisi gibi bankacı Evren Altunay'la Çankaya Köşkü'nde evlendi. Gayet
sadeydi... Fırsat bu fırsat, beş bin kişi çağırayım da, nasıl olsa
Cumhubaşkanıyım, yalakalık olsun diye mücevherler taksınlar demedi. Takı töreni
yapılmadı. Hediye vermek isteyenlere ''sizin gelmeniz hediye'' denildi. Nikah
şahitlerini gelinle damadın arkadaşları yaptı. Gelin, Ankara Olgunlaşma
Enstitüsü'nde dikilen gelinliği giydi. Konukların çoğu taksiyle ve ya servis
minibüsüyle geldi. Köşk'te görevli şoförler, eşleriyle birlikte davetliydi,
konuklar arasındaydı. Düğün yemeği Köşk'ün aşçılarına yaptırılmadı, dışarıdan
sipariş edildi, Köşk'ün bütçesinden ödenmedi, aile bütçesinden ödendi.
Cumhurbaşkanı, o gecenin elektrik parasını bile kendi cebinden ödedi.
Gazeteciler içeri alınmadı; gazeteciler intikam aldı, düğün haberi birinci
sayfalara konulmadı.
2005
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir
Özok ''AKP'nin kendi dünya görüşüne yakın dört bin hakim ve savcı atayıp,
gelecek 20 senede iktidarını güvenceye almak istediğini'' açıklarken...
Amerikan Colgate, misvak özlü diş macununu dünyada ilk kez Türkiye'de piyasaya
sürüyordu.
... Ağustos ayında 12 şehit vardı.
2002'de sıfırlanan terör, üç senede bu hale gelmişti.
(Başbakan) İspanya'dan geldi,
Diyarbakır'a gitti. Bayram değil seyran değil... ''Evet, Türkiye'nin Kürt
sorunu var'' dedi. ''Büyük devlet, yüzleşmesini bilen devlettir'' dedi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin'in 1998'de açtığı
davada son noktayı koydu. ''Türban yasağı, insan hakları ihlali değildir''
kararı verdi. Tayyip Erdoğan hemen bu kararı yorumladı; Anayasamızda yer alan
ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ''laik, hukuk devleti'' kavramına
nasıl baktığını izah etti. ''Mahkemenin bu konuda söz söylemeye hakkı yok, söz
söyleme hakkı din ulemasınındır'' dedi!
Rektör Aşkın'ın duruşmaya çıkacağı
gün... Davanın açılmasına karşı olduğunu söyleyen mahkeme hakimi, Şırrak diye
görevden alındı. Başka hakim atandı. Rektör hapiste kaldı. Hukuk'un guguk
haline getirilme süreci başlamıştı.
TÜSİAD, Rektör Aşkın'a sahip çıktı.
''Uzun gözaltı süresini tasvip etmemiz mümkün değil'' denildi. Başbakan
öfkelendi. ''TÜSİAD yargıya müdahale ediyor, yürütme olarak hatırlatıyorum,
devreye girilmelidir'' dedi. ''Savcılar görece'' demenin kibarcasıydı. Hadi
bakalım, Ankara Başsavcılığı, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa
Koç hakkında inceleme başlattı. Halbuki, rektöre sahip çıkan TÜSİAD, hapse
tıkıldığı zaman Tayyip Erdoğan'a da destek açıklaması yapmıştı... Neticede,
Mustafa Koç'a dava açılmadı. İki bin seneyle yargılanan Rektör Aşkın, 76 gün
sonra tahliye edildi.
2006
İstanbul'da Dünya İş kadınları
Zirvesi yapıldı. Başbakan'ın eşi Emine Hanım'ın konuşmasıyla başladı. Suriye
Devlet Başkanı'nın eşi, Afganistan Devlet Başkanı'nın eşi, Lübnan Devlet
Başkanı'nın eşi falan katıldı. Hiçbiri çalışmıyordu. Hepsi ''eş durumundan''
iş kadınıydı. Dünya böyle iş kadını zirvesinde sadece Cumhurbaşkanımızın eşi
Semra Sezer, emekli olana kadar çalışan kadındı. Davet edilmemişti.
''Ergenekon başlıkları atıldı.
Neredeyse bütün gazeteler, muhabir imzası bulunmayan haberler yayınlıyor,
Danıştay saldırısının arkasında ''Ergenekon yapılanması'' olduğu yazıyor;
kaynak belirtilmiyordu.
Tuhaf işler olmaya başlamıştı.
Kimliği belirsiz kişiler, gazetecilere telefon ediyor, ''Elimizde müthiş
belgeler var, ister misiniz?'' diyordu. ''Genelkurmay'ın önünde'' buluşmak için
randevu veriliyor, her giden gazeteciye sarı zarflar teslim ediliyor,
zarflardan Atabey çetesiyle alakalı bilgiler, krokiler fışkırıyordu. Danıştay
baskını, askerlere yıkılıyordu. Komediydi ama, gülünecek tarafı yoktu...
Zarflardan adı çıkan insanlar, şakır şakır tutuklanıyordu. İki sene kadar
sonra, bu krokilerin mrokilerin hepsinin palavra olduğu anlaşılacaktı. Ancak, o
arada iş işten geçecek, bu mevzuya adı karıştırılan subaylar ordudan
atılacaktı.
TRT'deki kadrolaşma ayyuka çıkmıştı.
Mesela, ''Gün Başlıyor'' programının sunucusu İkbal Gürpınar, yönetimin
baskılarına dayanamayarak istifa ettiğini açıkladı. ''Konukların kıyafetlerini
dekolte bulup, müdahale ediyorlardı, kahkaha atmama bile karışıyorlardı'' dedi.
Hadisenin matrak tarafı... Bu sunucumuz, pek yakında tesettüre girecek, dinci
tabir edilen kanallarda program yapacak, hatta ''Allahuekber yihhuuu''
sloganıyla meşhur olacaktı.
2007
Sabancı Holding, yatırımcı konferansı
düzenlemiş, yabancı fon temsilcileriyle Başbakan'ı buluşturmuştu. Yabancılar
endişelerini dile getirdi. ''Parayı Türkiye'ye yöneltmemizin en önemli nedeni,
Türkiye'nin laik olması... Bu ülke önümüzdeki dönemde laik kalabilecek mi?''
diye sordular. Başbakan sakince cevapladı, ''Laiklik, Anayasa'nın değişmez
ilkesidir, endişeniz olmasın, Türkiye gelecekte de laik kalacaktır'' dedi. Yani?
''Türkiye laiktir laik kalacak'' sloganını... Türkiye'de ilk atan kişi, Bizzat
Tayyip Erdoğan'dı!
(Nisan) 13'ünde... Cumhurbaşkanı
Sezer, Harp Akademileri'nde konuştu. ''Rejim hiçbir dönemde bu kadar büyük
tehdit altında olmadı. Dış güçler, laik cumhuriyeti ılımlı İslam cumhuriyeti
yapmak istiyor. TSK iç ve dış odakların hedefi haline geldi, TSK'ya karşı zaman
ayarlı oyun oynanıyor'' dedi.
(Nisan) 27'si gece...
Cumhurbaşkanlığı oylaması bitti. Saat 23.30: Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi
internet sitesinde sürpriz bildiri yayınlandı. Tarihe ''e-muhtıra'' sıfatıyla
geçecek olan bildiride ''Türk Silahlı Kuvvetleri laikliğin kesin savunucusudur,
bu konuda taraftır'' deniyordu.
(Nisan) 28'inde... Genelkurmay'ın
bildirisi, neredeyse tüm siyasetini ''mağduriyet'' üstüne kuran AKP'nin gökte
arayıp yerde bulduğuydu. Muhalefetteyken ''mağdurum'' diyen AKP, iktidarda gene
mağdur olmayı başarmıştı. Dünya demokrasi tarihinde, 11 sene aralıksız tek
başına iktidarda kalıp, mağdur olmaya devam eden tek parti AKP'ydi! Neyse...
Hükümet, Genelkurmay'ın bildirisine karşı bildiri yayınladı. Adalet Bakanı
Cemil Çiçek okudu. ''Genelkurmay, hükümetin emrindedir. Genelkurmay'ın
açıklaması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır,
üzücüdür'' denildi.
(Nisan) 29'unda... İstanbul
Çağlayan'da Cumhuriyet mitingi yapıldı. İki milyona yakın insan katıldı.
Kadınlar ön plandaydı. ''Çankaya yolları şeriata kapalı, ne şeriat ne darbe''
sloganları atıldı. Atatürk posteri ve Türk bayrağı seliydi. Haber kanalları
naklen yayınlıyordu. Trabzon, Gaziantep, Mersin, Adana'da televizyonlar
seyredilmesin diye, genel bakım ayaklarıyla elektrik kesintileri yapıldı.
Denizli'de belediyenin iş makinesi ana hatları kopardı, şehir elektriksiz
kaldı. Dünyada birinci haberdi. İran'da bile manşetti. Hatta, İtimad gazetesi
''İslamcılarla laikler karşı karşıya geldi'' yorumunu yapmıştı. Adeta 10 sene
gibi süren Nisan ayı nihayet bitti. Başıyla sonu arasında... 10 şehit vardı.
Profesör Teziç'in görev süresi
bitti, YÖK Başkanlığı'na Yusuf Ziya Özcan atandı. Türkiye henüz Malezya
olmamıştı ama Malezya'dan YÖK Başkanımız olmuştu! Çünkü Yusuf Ziya Özcan,
Malezya İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmıştı. İşin matrak
tarafı, YÖK bu üniversiteye denklik vermiyordu. Daha matrak tarafı... Rektör
değildi. Dekan bile değildi. Herhangi bir fakülteyi yönetmemişti ama,
üniversitelerin hepsini birden yönetecekti.
Bizim liboş gazeteciler ise,
Barzani'yle röportaj kuyruğuna girmişti. Tayyip Erdoğan pek sinirlendi, esti
gürledi. ''Fırsat bulsalar İmralı'dakini de konuşturacaklar'' dedi. Breh breh
breh... O zamanlar biri çıkıp, ''Barzani'yi AKP kongresine onur konuğu olarak
davet edecekler, Apo'ya ulusal sesleniş konuşması yaptıracaklar, hayaldi gerçek
olacak'' deseydi, herhalde contaları yakmış diye, alay edilirdi!
Temmuz ayında 13 şehit vardı.
Ağustos ayında 12 şehit vardı. Eylül ayında 5 şehit bardı. Şırnak'ta minibüs
tarandı, 12 vatandaşımız öldü. Ekim ayında 35 şehit vardı. Kasım ve Aralık'ta
dokuz şehit daha vardı. 2007 bilançosu 138 şehide ulaşmıştı. Öfke doruktaydı.
Ahalinin gazını almak gerekiyordu.
F16'larımız Kuzey Irak'taki PKK
kamplarını, Kandil'deki mağaraları vurdu. Uçaklardaki termal kameralarla
çekilen bombalama görüntüleri, ilk defa, televizyonlarda yayınlanıyordu. Film
gibi seyrediyorduk. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ''PKK kampları artık Biri
Bizi Gözetliyor Evi gibi'' dedi. Komandolarımız sınır ötesine geçti. Güya
temizlik harekatı yapılıyordu. Şöyle mahvettik, böyle mahvettik manşetleri
atıldı ama... Aylardır Kuzey Irak'a gireceğimiz konuşuluyordu. Neredeyse bi
davul zurna çalmadığımız kalmıştı. O kamplarda keriz gibi kim kalmış olabilirdi
ki?
Neticede... Hükümet memnun, Genelkurmay
memnun, ahali memnun, ABD memnun, hatta, kimsenin burnu kanamadığı için PKK
bile memnundu!...
2008
Hemen ertesi gün... Yargıtay
Başsavcısı, AKP hakkında inceleme başlattı. Hemen ertesi gün... Tayyip
Erdoğan'ı ''sayın-kelle''den mahkum ettiren Avukat Kemal Kerinçsiz tutuklandı.
N'ooluyor demeye kalmadı, aralarında emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün de
bulunduğu 33 kişi hapse tıkıldı. Danıştay baskınından sonra telaffuz edilen
''Ergenekon Örgütü'' manşetlere çıkmıştı. Operasyonu, Özel Yetkili Savcı
Zekeriya Öz yönetiyordu.
Hemen ertesi gün... Türbanı
üniversitede serbest bırakan yasa taslağı hazırlandı. Kipa, İngilizlere
satıldı. Migros da İngilizlere satıldı. Bankacılık ve sigortacılık gibi,
perakendecilik de komple yabancının eline geçmişti... E memleketi yönetenler
''babalar gibi satıcı'' ve ''pazarlamakla mükellefçi'' olunca, memleketin
gençlerine kala kala, tezgahtar, kasiyer, sucuk tattırıcısı olmak kalmıştı.
İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı
oldu. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan'la röportaj
yaptı; laf dönüp dolaşıp İlker Başbuğ'a geldi. Ertuğrul Özkök ''Tanıdığım az
sayıda askerden biridir'' deyince, Tayyip Erdoğan ''Elbette tanırsın, o da
sizden'' dedi. Ertuğrul Özkök ''Anlamadım'' diye sorunca, Tayyip Erdoğan
''Canım, o da Fenerbahçeli demek istemiştim'' diye geçiştirdi. Halbuki, Tayyip
Erdoğan'da Fenerbahçeli'ydi. O halde neden ''bizden'' değil de ''sizden''
olmuştu? Yakında bütün ülke nedenini öğrenecekti!
O gün... Tayyip Erdoğan'a Eğirdir
Komanda Okulu gezdiriliyordu. Cemil Çiçek yerde mermi kovanları buldu, eğildi,
aldı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ''Aman dikkat edin, iyi saklayın, yoksa
Ergenekon'dan içeri girersiniz'' dedi. Güldüler.. ''İleri görüşlü'' komutandı.
Adeta, kendi başına gelecekleri görmüştü.
2009
Derken... Emekli Albay Mustafa
Levent Göktaş tutuklandı. Bordo bereli efsane subaydı. TSK'da üç tane üstün
cesaret madalyasına sahip tek askerdi. Emekli olduktan sonra avukatlık yapmaya
başlamıştı. Bürosu basıldı. ''DVD bulduk'' denildi. ''51'' numarasıyla
kaydedilen DVD'den devlete ait gizli belgelerin çıktığı öne sürüldü. Albay
Göktaş ''Kesinlikle bana ait değil, büroma nasıl geldi bilmiyorum'' dedi ama
nafile... Bu esrarengiz DVD, Ergenekon davasının omurgasını oluşturacaktı.
Tayyip Ergoğan ''Bunlar daha işin başı'' dedi. Vardı herhalde bir bildiği.
Sahte haham Tuncay Güney
''Egenekon'un kara kutusu'' sıfatıyla, TRT'ye çıkarıldı. Genelkurmay
başkanlarına çeteci, Deniz Baykal'a MİT ajanı dedi. Kudüs Paktı'ndan girdi,
Şanghay Beşlisi'nden çıktı. Ne belge, ne kanıt... Bulaştır bulaştırabildiğin
kadar'dı.
Bu karanlık adam, seneler sonra,
2013'te yeniden piyasaya çıkacak, ''Ergenekon davası bir projeydi, vicdanen
rahatsızım, verdiğim ifadeler geçersizdir, devlet beni kullandı'' diyecekti
ama... İş işten çoktan geçmiş olacaktı. Hahamın yalanlarını bangır bangır
duyuranlar, hahamın itiraflarını görmezden gelecekti. Haysiyet cellatlığı
başlamıştı. İsimler ortaya atılıyor, manşetlerden infaz ediliyordu. Köşe
yazılarında listeler yayınlanıyordu. Adeta, Nazi Almanyası'ndaki gibi kapılar
işaretleniyordu.
Kayseri garnizon Komutanı Tümgeneral
Rıdvan Ulugüler'in, Ergenekoncu olduğu, halkı fişlediği iddia edildi. İnternet
siteleri böyle yazıyordu. Genelkurmay soruşturma açtı. İki astsubay tutuklandı.
Tutuklanan astsubaylardan biri, itiraf etti... Fetullah Gülen cemaatinin Işık
Evi'nde kaldığını, oradan tanıdığı ağabeyleri olduğunu, o ağabeylerinin
isteğiyle Tümgeneral adına sahte emir yazdığını söyledi. Kendine flash bellek verildiğini,
yüzbaşının şifresini kırarak sisteme kopyaladığını, bilgisayarı kapatıp, flash
belleği iade ettiğini anlattı. Hadise kabak gibi ortadaydı... Ancak, Türkiye
meşguldü. Seçime günler kalmıştı. TSK'nın neredeyse bütün komuta kademesini
Silivri'ye gönderecek olan bilgisayarlı komplolar zincirinin ''ilk halkası''
arka sayfalarda küçücük haberlerle kaynadı gitti. İşaret fişeğiydi ama...
Basınımızda saman alevi kadar değer bulmamıştı. Bu general, iki sene sonra
içeri tıkılacaktı. Bu astsubay, iki sene sonra serbest bırakılacaktı.
Seçime iki gün kala'madan... BBP
Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopter, Kahramanmaraş'tan
Yozgat'a gelirken, dağlık alana düştü. İhlas Haber Ajansı muhabiri İsmail
Güneş, helikopterdeydi. Cep telefonuyla 112'yi aradı. ''Herkes öldü galiba,
diğerlerinden ses yok, burada donacağız, her taraf sis, kar, kötüyüm, ayağım
kırık, yerimizi hala tespit edemediniz mi?'' diye yardım istedi. Yürekleri
parçalayan bu çaresiz telefon kaydı televizyonlarda yayınlanıyor, nereye
düştükleri bir türlü bulunamıyordu. Gece yarısı saat ikiye kadar üç ayrı
telefondan sinyal alınmıştı. 11 helikopter, bir uçak, 2 bin askerle arama
yapılıyordu. Keş Dağı'nın ısrarla kuzeyi aranıyordu. Canlı yayınlara çıkan
köylüler ise ''Dağın yanlış tarafında arıyorlar, olsa olsa güneydedir'' diye
bağırıyor, dinletemiyorlardı. ''Telekulak Cumhuriyeti''nde on binlerce insanın
telefonu dinleniyor, kimin hangi saniyede nerede olduğu biliniyor, hatta,
kapalı haldeki telefonlardan bile mikrofon gibi kayıt yapılabiliyordu
ama.. Muhabir İsmail'in 112'yi aramasına rağmen, üç ayrı telefondan sinyal
alınmasına rağmen, her nasılsa helikopterin yeri bulunamıyordu.
Köylüler baktılar ki
dinletemiyorlar... Arama yapılan bölgenin tam aksi istikametine gittiler ve
enkazı tam da söyledikleri yerde buldular. 47 saat geçmiş, iş işten geçmişti.
Cenazelerin üstünde iki parmak kalınlığında buz vardı.
Helikopterin burnu parçalanmıştı
ama, gövdesi komple sağlam duruyordu. Muhsin Yazıcıoğlu'yla birlikte dört
cenaze, helikopterin yakınında bulundu. Gazeteci İsmail Güneş'in cesedi, anca
ertesi gün bulunabildi. Kopan koltuğu kızak yapıp, kırık bacağıyla yokuş aşağı
kaymaya çalışmış, 500 metre kadar gidebilmiş, bir kaya dibine sığınmaya gayret
etmişti. Diğerleri ilk darbede hayatını kaybettiyse bile, düzgün arama yapılsa,
en azından İsmail'in kurtulması mümkündü.
2007 genel seçim sonuçları,
sandıklar kapanır kapanmaz, 20 dakika sonra açıklanmıştı. Yerel seçim sonuçları
öyle olmadı, bir türlü açıklanamadı. Yüksek Seçim Kurulu'nun bilgisayar sistemi
çöktü. Sayımlar sırasında İstanbul'da Ankara'da elektrikler kesildi. Ankara'da
zabıta aracında çuval çuval oy pusulası yakalandı, yakılmış oy pusulaları
bulundu. Muhalefetin belediye başkan adayları sandık başlarında adeta nöbet
tuttuğu için, genel seçimdeki gibi oldu-bittiye getirilememişti!
2010
2003 senesinde, dönemin Birinci Ordu
Komutanı Çetin Doğan liderliğinde ''Balyoz'' kod adıyla darbe planı yapıldığı
iddia ediliyordu. Darbe kararının, 29'u general 162 subayın katıldığı
toplantıda alındığı öne sürülüyordu. Plana göre, camiler bombalanacak, F16'mız
Ege'de kasten düşürülecek, kaos yaratılacak, 200 bin kişi gözaltına alınacak,
halka ateş açılacak ve darbe yapılacaktı.
Çetin Doğan isyan etti, ''Düzenli
olarak yapılan plan semineriydi, herhangi bir savaş anında çıkabilecek
karışıklıkları önleme planıydı. Cami bombalanması, uçak düşürülmesi filan
yapıştırma, üretim, iftira... Bunlar hangi dinsiz, imansız, hasta adam
düşünebilir?'' dedi.
Genelkurmay Başkanı Başbuğ basın
toplantısı yaptı. ''Bu iddiayı ortaya atan vicdansızlara soruyorum... Biz
askere Allah Allah diye taarruz ettiriyoruz. Bu ordu nasıl olur da Allah'ın
evine bomba atmayı düşünür? Hicap duyuyorum, lanetliyorum'' diye bağırdı.
Öfkesinden kürsüyü yumrukladı.
Çirkin bir kısır döngü başlamıştı.
Manşetlerinden iftira üstüne iftira atıyorlar, köşelerinden ''Cevap ver
Başbuğ'' diye makale yazıyorlar, Başbuğ cevap verince de '' Demokratik ülkede
nasıl olur da genelkurmay başkanı bu kadar konuşur, susturun şu adamı''
diyorlardı.
TSK'nın kamyonu ''terör örgütü
kamyonu'' olarak gösterilirken... Uşak'ta bir otomobil hatalı solladı, karşı
yönden gelen kamyonun altına girdi, sürücü öldü. Otomobilin bagajından cep
telefonuyla patlatılmaya hazır, beş kiloluk bomba düzeneği bulundu. Sürücünün
cebinden şifreli krokiler çıktı. ''PKK kuryesi'' olduğu yazıldı. Gerisini öğrenemedik...
Çünkü savcılık tarafından alelacele gizlilik kararı alındı, yayın yasağı
getirildi. TSK terör örgütü gibi sunuluyor, tescilli terör örgütünün bombaları
kamuoyundan gizleniyordu.
Gazeteler 31 Mayıs'ta ''yıldırım
baskı'' yaptı. Çünkü 30 Mayıs gecesi iki müthiş haber patlamıştı. Birincisi,
İskenderun'daydı. Askeri araca roketle saldırıldı, altı şehit verdik. İkincisi,
Akdeniz'deydi... Helikopterle gelen İsrail komandoları, Mavi Marmara
feribotunu, uluslararası sularda bastı. Sivillere kurşun yağdırdı. Dokuz
vatandaşımız hayatını kaybetti. Yaralıları bile kelepçelediler. Kameraya
kaydetmişlerdi, televizyonda yayınlıyorlardı. Dehşet ve çaresizlik içinde
seyrediyorduk.
Mavi Marmara feribotu, sadece iki ay
önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından İnsani Yardım Vakfı İHH'ya 1
milyon 800 bin liraya satılmıştı. Hadisenin nereye varacağını kavrayamayan
basınımız, bu satışın sebebini hiç merak etmemiş, tek sütun haber bile
yapmamıştı. Türk halkı, her zaman olduğu gibi, anca testi kırıldıktan sonra öğreniyordu.
İsrail, Hamas kontrolündeki Gazze'ye
ambargo uyguluyordu. Mavi Marmara yolcuları bu ambargoyu delmeye gidiyordu.
2007'de TBMM Üstün Hizmet Ödülü alan İnsani Yardım Vakfı organize etmişti.
Konvoyda, Mavi Marmara'yla beraber, daha küçük ebatlarda altı gemi bulunuyordu.
Gıda maddesi, giyecek, ilaç, çimento falan götürüyorlardı. 32 ülkeden 663 kişi
vardı. Sadece Türkler öldürüldü...
Sandığa günler kala... Eskişehir
Emniyet Müdürü Hanefi Avcı tarafından yazılan Haliç'te Yaşayan Simonlar-Dün
Devlet Bugün Cemaat isimli kitap piyasaya çıktı. Türkiye temellerinden
sarsıldı. Fetullah Gülen cemaatinin polis teşkilatı içinde nasıl
örgütlendiğini, özel yetkili bütün savcı ve hakimlerin değiştirilmesi
gerektiğini, aksi halde cemaate muhalif hiç kimsenin hayatının güvencede
olamayacağını, gündemi sarsan iddiaların cemaat tarafından yayıldığını,
Ergenekon'un Balyoz'un cemaatin işi olduğunu, Deniz Baykal'a yönelik kaset
komplosunun cemaat tarafından yağıldığını yazıyordu. ''Karşımızdaki kişiler
polis, hakim ve ya savcı değil, cemaatin elemanlarıdır'' diyordu. Somut
örnekler anlatıyor, isimler veriyor, şahitler gösteriyordu.
Memlekette satacak mal kalmamıştı.
49 seneliğine kiralıyoruz ayaklarıyla dereleri satmaya başlamışlardı. Tabiat
harikalarına hidroelektrik santralleri kuruluyordu. Çevreciler mücadele ediyor,
mahkemeye veriyor, dereleri SİT alanı ilan ettirerek, baraj inşaatlarını
engellemeye çalışıyorlardı. Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi, bu hadiseyi kaleme
aldı. Köşe yazısını ''Analarını bile satan zihniyetin marifetlerini görüyoruz''
cümlesiyle bitirdi. Ertesi gün özür diledi ama, iş işten geçmişti. Linç
kampanyası başlatıldı. AKP resmi olarak kınadı, Başbakan mahkemeye verdi.
Hürriyet binası önünde protesto gösterileri yapıldı, Hürriyet gazetesi yakıldı.
24 saat dayanabildi... Oktay Ekşi istifa etti. 44 senedir Hürriyet'te çalışan,
36 senedir başyazar olan gazeteci, bir cümleyle infaz edilmişti.
Diyanet İşleri Başkanı Profesör Ali
Bardakoğlu, görevden alındı. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından bu makama getirilmişti.
AKP'yle hep mesafeliydi. Kürt açılımına destek vermemişti. ''Zihinlerdeki
parçalanmayı arttırır'' diyerek, Kürtçe vaaza karşı çıkmıştı. Sık sık Atatürk'e
atıfta bulunurdu. Kadın hakları konusunda çağdaş adımlar atmış,
iktidar-muhalefet ayırmamıştı. Tayyip Erdoğan ''Başörtüsünü Diyanet'e soralım''
dediğinde... ''Yasal düzenleme için Diyanet'in görüşünü sormak, laiklik
ilkesine aykırıdır'' cevabını vermiş, bardağı taşırmıştı! Görevden alındı.
Yerine, Mehmet Görmez getirildi.
Wikileaks depremi başladı. ''Bay
Sızıntı'' lakaplı Avustralyalı gazeteci Julian Assange, ABD büyükelçilerinin
Washington'a gönderdiği kriptoları yayınlıyordu. ABD'yle iş tutan ülkelerin
ipliği pazara çıkmıştı. Peyder pey 251 bin belge yayınlanacaktı. Depremin
merkez üssü, Ankara'ydı. 8 bin civarında belge, ABD Ankara Büyükelçiliği
kaynaklıydı.
Amerikalı diplomatların kriptolarına
göre, Türkiye ''İslamcı bir geleceğe doğru gidiyor''du. AKP'nin önde gelen pek
çok yöneticisinin cemaat üyesi olduğu... Başbakan'ın çevresinin ''dalkavuk''
danışmanlarla doldurulduğu anlatılıyordu. Bazı belgeler sansürlenerek
yayınlanmıştı. Mesela, 8 Haziran 2005 tarihli yazışma, Başbakan Erdoğan'ın
yakınında ''köstebek'' olduğu izlenimi yaratıyordu. İsmi gizlenerek xxxxx
olarak belirtilen danışmanlardan biri, AKP'ye ait bilgileri Amerikalı
diplomatlara aktarıyordu.
Çok iddia vardı ama, bir tanesi
manşetlerde patlayacaktı. 30 Aralık 2004 tarihli kriptoda... Tayyip Erdoğan'ın
İsviçre'de sekiz banka hesabı olduğu ima ediliyor, eski ABD Büyükelçisi Eric Edelman'ın
bu iddiayı iki kişiden duyduğu öne sürülüyordu.
Tayyip Erdoğan, o sırada
Libya'daydı. Kaddafi adına verilen İnsan Hakları Ödülü'nü alıyordu. Çok
sinirlendi. ''Benim İsviçre bankalarında bir Allah kuruşu param yok, bu tür
iftiraları atıp ispatlamayanlar ne kadar alçaksa, bu iftiraları yayanlar,
siyaset malzemesi yapanlar da aynı derecede müfteridir, alçaktır'' dedi.
Kaderin oyunuydu bir nevi. Yandaş medyanın iftira manşetleri, bumerang gibi
dönüp, Tayyip Erdoğan'ı vurmuştu. Neydi o bumerang derseniz... Geçen seçimin
arefesinde ''Deniz Baykal'ın İsviçre'de gizli hesabı var'' manşetleri
atmışlardı... Ve, buna kanıt olarak Pentagon'a ait olduğu öne sürülen bir
belgeyi göstermişlerdi. Deniz Baykal mahkemeye başvurmuş, İsviçre Adalet
Bakanlığı aracılığıyla, İsviçre'de banka hesabı olmadığı kanıtlanmıştı. ABD
Ankara Büyükelçiliği de, Pentagon'a ait öyle bir belge olmadığını açıklamıştı.
Peki, şimdi Tayyip Erdoğan da
bağırmak yerine benzer bir yola başvurup, mahkeme kanalıyla İsviçre'de hesabı
olmadığını belgeleyecek miydi? Bu sorunun cevabı merak ediliyordu. Başbakanımız
çıktı, küçük bir hatırlatma yaptı. ''Biz rahatız, iftira atanlar düşünsün...
'Tayyip Erdoğan'ın 1 milyar doları var' diyen kişi, Ergenekon'dan içeride''
dedi. Şırrak Wikileaks haberleri bıçak gibi kesildi.
... Diyarbakır Barosu eski başkanı
olan Sezgin Tanrıkulu, anadilde eğitim başta olmak üzere, pek çok konuda
BDP'yle birebir görüşlere sahipti. Muhammed Çakmak ise, her fırsatta Fethullah
Gülen'e hayranlığını dile getiren ilahiyat fakültesi akademisyeniydi. Bu iki
isim ''yeni CHP''nin sembolleriydi...
2011
Arap Baharı patladı. Wikileaks'in
ilk somut sonucuydu. Tunus first leydisi Leyla'nın yolsuzluk belgeleri
Wikileaks'te yayınlandı, halk ayaklanması başladı. Ülkeyi 23 senedir demir
yumrukla yöneten Zeynel Abidin bin Ali, Suudi Arabistan'a kaçtı. İlk bakışta
''ABD'nin ipliğini pazara çıkardı'' zannedilen Wikileaks, ABD çıkarlarına gayet
güzel hizmet ediyordu. ABD hariç, ismi geçen her ülkede karışıklık çıkarıyor,
hasar yaratıyordu. 10 gün sonra, Mısır patladı. Tunus'a benzemedi, kanlıydı.
Sokak çatışmaları oluyor, insanlar ölüyordu. Türkiye'nin istihbaratı, öngörüsü
sıfırdı. Tunus'tan sonra Mısır'daki Türk vatandaşları da olayların ortasına
sıkışmıştı. Attık mı mangalda kül bırakmıyorduk ama, o sırada Mısır'da bulunan
''Atıcılık'' Milli Takımımız bile mahsur kalmıştı! Bizim hükümet, dinci
muhaliflerin safındaydı. Mübarek'e sırtımızı dönmüştük.
Oysa, aynı Mübarek, Apo'nun
Suriye'den çıkarılması konusunda ara buluculuk yapmıştı, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nden ''Üstün Hizmet Madalyası'' bile almıştı. Dün dündü.
Araştırmacı gazeteciliğin sembol
isimlerinden Nedim Şener, uzun süredir yandaş medyada hedef gösteriliyordu.
Dink Cinayeti, İstihbarat Yalanları ve Ergenekon Belgelerinde Fetullah Gülen
isimli kitapları yüzünden başı dertteydi. Ahmet Şık ise, İmamın Ordusu isimli
kitabını piyasaya çıkarmak üzereydi. Tutuklamayla beraber Türkiye'nin en çok
merak edilen kitabı haline gelmişti; Fetullah Gülen cemaatinin Emniyet
Teşkilatı'ndaki yapılanmasını anlatıyordu. Kafasına bastırılarak götürülen
Ahmet Şık, ''Dokunan yanar'' diye bağırıyordu. İmamın Ordusu kitabının
yayın evi, polis tarafından basıldı. Kopyaları imha edildi. Henüz piyasaya bile
çıkmamış kitap, suç olmuştu. Bir kitabın tutuklandığına ilk defa şahit oluyordu
Türkiye... Şık'ır Şık'ır demokrasiydi.
Ve, NATO uçakları Kaddafi güçlerini
vurdu. NATO dediğin elbette ABD'ydi ama, Kaddafi'nin kafasına ilk bombayı atma
şerefi (!) Fransa'ya bırakılmıştı. Böylece, Libya petrolüne kimin oturacağı
belli olmuştu. Tunus, Mısır ve Libya'nın patlayacağını öngöremeyen AKP
hükümeti, nal toplayanlar arasında kalmıştı. Hatta Başbakanımız, vaziyeti
öylesine kavrayamamıştı ki... ''Böyle saçmalık olur mu, NATO'nun Libya'da ne
işi var?'' demişti. Figüren durumuna düştüğümüz anlaşılınca, ''NATO'nun
Libya'da ne işi var?'' diyen hükümetimiz apar topar tezkere çıkardı. Dört
fırkateyn ve bir denizaltı göndererek NATO operasyonuna katıldı. Yetmedi...
İzmir'i NATO'nun hava harekatı merkezi yaptı.
''Aynı sudan içmişiz'' denirken...
Tayyip Erdoğan, Artvin-Hopa'ya gitti. ''Su haktır satılamaz'' pankartlarıyla
karşılandı. Bu pankartı açan vatandaşlara durup dururken biber gazı sıkıldı.
Emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetti. Arbede çıktı. Tayyip
Erdopan'ın otobüsüne taş atıldı. Kafasına taş denk gelen koruma polis komaya
girdi. Artvin Emniyet Müdürü görevden alındı.
2012
O arada, PKK yol kesti, Lice'de iki
astsubayı kaçırdı. Kimse üzerinde bile durmadı. Oysa, iki sene sonra yapılacak
tarihi pazarlığın ilk ''tutsak''larıydı. Aynı gün... Abdullah Öcalan,
avukatları aracılığıyla açıklama yaptı. ''Devletin gönderdiği heyetle, barış
konseyi için mutabakat halindeyiz'' dedi. Bütün dünya ajansları bu açıklamayı
flaş haber olarak duyurdu. Türk basını görmedi, görmezden geldi.
... Ağustos başında, Obama,
Başbakanımıza telefon etti. Suriye'yi konuştukları açıklandı. O gün... Besar
Esad kötü adam oldu! Sayın medyamız düğmeye basılmış gibi, koro halinde Esad'ın
ne kadar diktatör olduğunu yazmaya başladı. Yüksek Askeri Şura bitti, Başbakanımız
''Suriye bizim iç meselemiz, gereğini yapacağız'' dedi. Güya, komşularımızla
''sıfır sorun'' politikası güderken... Birbirleriyle ''düşman'' olan İsrail ve
Suriye'nin ''ortak düşmanı'' olmayı başarmıştık!
Peki, nasıl oluyor da böyle
oluyordu? Aslında Mısır'da, Libya'da neler dönüyordu? Suriye'deki meselenin
üstüne niye atlamıştık? Hani şu, van münüts'teki moderatör vardı ya... Davos'ta
Başbakanımızın fırça kaydığı Amerikalı gazeteci David Ignatius... Washington
Post'ta şunları yazıyordu: ''Arap Baharı'nı yönlendirmek için geri planda
kalmayı tercih eden Amerikan yönetimi, bu işe en uygun kişi olarak Tayyip
Erdoğan'ı seçti. Çünkü Tayyip Erdoğan İslamcı partilerde saygın bir yere
sahip... Beyaz Saray yönetimi, Obama'nın ilk yurt dışı gezisi için Ankara'yı
düşünürken, bunları hesapladı. Obama ve Erdoğan, Mısır, Libya, Suriye ve İran
olaylarıyla ilgili çok sıkı işbirliği yürütüyor. Sadece bu yıl içinde 13 defa
görüştüler.'' Demek ki neymiş? Van münüts falan derken, arka planda bunlar
oluyormuş!
Peki, ''kardeşim'' filan diye
sarılırken, Beşar Esad'ı neden aniden ''kötü adam'' ilan etmiştik? Washington
Post'un yazarı ''Beyaz Saray tutanakları''na dayandırarak, bu sorunun cevabını
da veriyordu: ''Bir zamanlar Esad'ın en yakın müttefiki olan Tayyip Erdoğan,
şimdi en keskin düşmanı... Tayyip Erdoğan'da sıkça görüldüğü gibi, bu da
kişisel... Çünkü Obama bastırıyor, Suriye meselesinde Türkiye devreye giriyor.
Tayyip Erdoğan, aralarındaki dostluğa güvenerek Beşar Esad'ı 72 saatte ikna
esebileceğini söylüyor. Beşar Esad, Tayyip Erdoğan'a reformlar yapacağı
konusunda söz veriyor. Ancak, sözünü tutmuyor, ABD'nin istediği reformları
yapmıyor. Türk Başbakanı mahcup durumda kalıyor. Öfkeleniyor. Bu öfke hala
devam ediyor. Türkiye'yi katı bir tavır izlemeye itiyor.'' Kesip, saklanacak
makaleydi.
Başbakanımız Mısır'dayken...
MİT'ileaks patladı! Oslo rezaletinin ses kayıtları internete düştü. Tayyip
Erdoğan'ın ''Bölücülerle masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir'' dediği
tarihlerde... Milli İstihbarat Teşkilatı'nın PKK'yla resmen masaya oturduğu
ortaya çıktı. Norveç'in başkentindeki pazarlık görüşmelerine, o dönem
Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan ve MİT Müsteşar Yardımcısı
Afet Güneş katılmıştı. Ses kayıtlarını internete kimin sızdırdığı gene meçhuldü.
Tayyip Erdoğan ''Görüşenler
şerefsizdir'' lafını değiştirdi. ''Hükümet görüşmüyor, devlet görüşüyor'' dedi.
Halbuki, ses kayıtlarına göre, Hakan Fidan Oslo masasında kendisini teröristlere
tanıtırken, açık açık ''Müsteşar yardımcısıyım ama, Sayın Başbakanımızın özel
temsilcisiyim'' diyordu.
Milli İstihbarat Teşkilatımızın,
İmralı'yla Kandil arasında ''kurye''lik yaptığı, tarafların birbirine
yazdığı mektupları taşıyıp, elden teslim ettiği anlaşılıyordu. Oslo sohbetinin
en çarpıcı bölümü ''patlayıcı''larla ilgiliydi. PKK'yı temsil eden terörist
''Bizim güçler Türkiye'nin her tarafında var'' diyor, MİT'çi de ''Biliyoruz
biliyoruz, metropolleri patlayıcılarla doldurunuz'' diyordu. Sadece 24 saat
sonra, Ankara'nın göbeğinde Kızılay'da bomba patladı, dört kişi öldü, 34 kişi
yaralandı.
Türk İstihbaratı katmerli madara
edilmişti. Hem ''gizli buluşma'' afişe olmuştu. Hem de ''Biliyoruz diyorsunuz
ama, burnunuzun dibinde bomba patlatırız, ruhunuz bile duymaz'' mesajı
veriliyordu.
Odatv davasında tutuklanan MİT Asya
Bölgesi Başmüşaviri Kaşif Kozinoğlu, Silivri Cezaevi'nde vefat etti. Henüz
duruşmaya çıkmamıştı. Sadece dokuz gün sonra ilk defa hakime ifade verecekti.
Ne diyeceği en fazla merak edilen sanıktı. ''Spor yaparken kalpten öldü''
dediler. 55 yaşındaydı, sağlık sorunu yoktu. Bordo bereli subaydı. Dünya Özel
Kuvvetler Şampiyonası'nda teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, su altı dalışı,
hayatı idame'de dünya şampiyonuydu. Vücudunda mermi izleri taşıyordu, gizli
görevleri sırasında vurulmuş, ölmemişti. ''Spordan öldü'' deniyordu!
2011'in son faciasına bizzat
devletimiz imza attı. Kuzey Irak'tan katırlarla giriş yapan kaçakçılar,
terörist zannedildi. Şırnak-Uludere yakınlarında, F16'larla bombalandı.
Aralarında çocukların da bulunduğu 34 kişi hayatını kaybetti. ''CHP hükümeti
Dersim'i bombaladı'' denirken ''AKP hükümeti Uludere'yi bombaladı'' durumuna
düşülmüştü. Genelkurmay, baş sağlığı mesajı yayınladı, orduevlerindeki yılbaşı
kutlamaları iptal edildi. Necdet Özel'in Genelkurmay Başkanlığı'na kadar TSK'yı
yerden yere vuran, devamlı ihmalle-kasıtla suçlayan yandaş basın... Şimdi, TSK
avukatı kesilmişti. Talihsizlik olduğunu yazıyorlardı.
Hayatını kaybeden vatandaşlar,
Uludere'nin Ortasu Köyü'ndendi. Yol geçen hanı gibi kaçakçılık yaptıkları,
sınırdan ne zaman çıktıkları ne zaman girdikleri, bölgedeki bütün devlet
görevlileri tarafından biliniyordu. O halde ''hatalı istihbaratı'' kim
vermişti? Bu kitabın piyasaya çıktığı 2013'ün Eylül ayında bile hala
belirsizdi.
... Önümüzdeki seneden itibaren
önlük ve ya tek tip forma giyilmeyecek, çocuklar istediği kıyafetle okula
gelecekti. İlk bakışta ''özgürlük'' gibi görünüyordu. Biraz detayına bakınca...
Güya kıyafet serbestti ama tayt, şort, dizüstü etek, askılı tişört, kolsuz
gömlek yasaktı. Buna mukabil, Kuran dersinde türban serbestti. Önlüğü
çıkarmışlar... Aynı önlüğü kızların kafasına takmışlardı. Dört artı dört
dedikleri, ört artı ört'tü. Okul arması dışındaki rozetler de yasaklanmıştı.
Okulun adı değilse, Atatürk rozeti kullanamazdın.
2013
Balyoz davasında gerekçeli kararı
açıklandı. ''Genelkurmay tarafından mahkememize bildirildi, ele geçirilen
dijital belgelerin asılları var'' denildi. Peki, hakikaten söz konusu
belgelerin asılları Genelkurmay'da var mıydı? Genelkurmay derhal yazılı
açıklama yaptı, derhal yalanladı, ''Bizde belge yok, mahkemeye de belge melge
vermedik'' dedi. Türk hukuk tarifi, skandalın böylesine ilk defa şahit
oluyordu.
Üstelik... ''2003'te hazırlandı''
denilen dijital belgeler, 2003'te henüz icat edilmemiş 2007 fontlarıyla
yazılmıştı. CHP soru önergesi verince, Milli Savunma Bakanı bile bu çelişkiyi
itiraf etmek zorunda kalmıştı. ''Microsoft Office 2007 yazılımı, TSK'da
2007'den itibaren kullanılmaya başlandı, zaten 2006'da icat edildiğini
düşünürsek, 2003'te kullanılması mümkün değil'' demişti...
Gezi Parkı direnişi patladı.
Taksim'i yayalaştırma projesi başlatılmıştı. Trafik yer altına alınıyordu.
Herkes memnundu. Topçu Kışlası'nın yeniden inşa edileceği ortaya çıktı. Hır
çıktı. Topçu Kışlası, 31 Mart Vakası olarak bilinen şeriatçı ayaklanmanın
merkeziydi, simgesiydi. Osmanlı tarafından Fransız bankasına satılmış, 1940'ta
yıkılmış, yerine park yapılmıştı. Sorun buydu... Kışlanın yeniden inşa edilmesi
demek, Taksim'deki tek yeşil alan, Gezi Parkı'nın betonlaşması demekti.
50-60 kişilik küçük bir grup,
ağaçlar sökülmesin diye Gezi Parkı'nda çadır kurdu, nöbet tutmaya başladı. Kim
olduğu meçhul tipler sabaha karşı çadırları tutuşturmaya kalktı... Ülkede yangın
çıktı. Mahalle baskısından sıkılan, özgürlüklerine her fırsatta müdahale
edilmesinden bıkan gençlerimiz, sokağa döküldü. ''Her yer Taksim her yer
direniş'' sloganlarıyla 62 şehirde protesto gösterisi yapıldı. Polis görülmemiş
sertlikte müdahale etti. Tazyikli su, gaz bombası ve plastik mermi kullandı.
Beş kişi öldü. 8 binden fazla kişi yaralandı. 12 kişi gözünü kaybetti. Bir
kişinin dalağı alındı.
Hayatını kaybedenlerden biri, Ethem
Sarısülük'tü. Ankara'da polis kurşunuyla vuruldu. Vurulma anı, tesadüfen
televizyon kameralarına yakalanmıştı. Tetiği çeken polis belliydi. Mahkemeye
çıkarıldı. Kalabalığın arasında kaldığını, havaya ateş ettiğini söyledi. Meşru
müdafaa kabul edildi, serbest bırakıldı. Yandaş medya, polis aklamak, Ethem'i
karalamak için iftira üstüne iftira attı. ''Bayrak yaktı'' dediler. Alakasının
olmadığı kanıtlandı. Siperde, kum çuvallarının önünde çekilmiş fotoğrafını
yayınladılar, ''terör kamplarında çekilmiş fotoğrafı'' dediler. Halbuki...
Hakkari-Şemdinli'de karakol inşaatında çalışırken çekilmiş fotoğraflarıydı.
Sanki gizlice ele geçirilmiş gibi yayınladıkları fotoğrafı, Ethem'in bizzat
kendi Facebook sayfasındaydı.
Neyse ... Gezi parkı olayları dünya
çapında yankı buldu. ABD Başkanı Obama bizzat Tayyip Erdoğan'ı aradı, barışçıl
demokratik gösterilere saygı duyulmasını istedi. Avrupa Komisyonu ve Avrupa
Parlamentosu, polisin orantısız güç kullanmasını kınadı. BM Genel Sekreteri,
hatta NATO Genel Sekreteri bile AKP hükümetini eleştirdi. Hükümet geri bastı.
''Topçu Kışlası'nı yapacağız,
alışveriş merkezi olarak hizmet görecek'' diyen Tayyip Erdoğan... Sanki bu
lafları söyleyen kendisi değilmiş gibi, ''Taktılar alışveriş merkezine... Zaten
metresiyle falan Topçu Kışlası'nda alışveriş merkezi olması mümkün değil''
dedi.
Halk oylamasına gidileceği
açıklandı. Ona da gerek kalmadı. Çünkü Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası
ve Peyzaj Mimarları Odası dava açmıştı. Mahkeme, Topçu Kışlası projesini komple
iptal etti.