menü

30 Nisan 2014 Çarşamba

Bir Kaç Satır Karalama

Çok kadın gördüm asla hatlarından memnun değillerdi. Hayal ettikleri hiç gerçek olmamış kadınlar. Hayalleri gerçekleşmeyince hayal kurmayı unutan kadınlar.
Dünyada en garip varlığın kadınlar olduğunu düşünüyorum son zamanlarda. Bir kadın doğduğu andan itibaren hep kadınlarla iç içe. Bu yüzden herhalde ki nasıl kadın olunması gerektiğini daha 2-3 yaşındayken öğreniyor. Büyüyünce pek çok kez yapacağı şeylerin çocukken oyuncaklarla antrenmanını yapan canlılar. Biraz daha büyüyünce ise olmaları gerektiği yerin evleri olduğunu dışarının erkeklere ait olduğunu öğreniyorlar. Çünkü kadınlar hep korunmalı, hep saklanmalı. Kadınlar korunmalı, gözleri kadına bakınca etten başka bir şey görmeyen adamlardan. Kadınlar hep fiziksel ve cinsel saldırıya uğramamak için kaçmalı. Çünkü erkekler söyledikleri ve yaptıklarıyla bir kadının ruhunda açacağı yaraların farkında değil. Ne yazık ki kadın erkeklerin saldırısından kaçarken hep bir erkeğin himayesi altına girmenin tek seçenek olduğunu sanıyor. Çünkü hayalleri olmayan kadınlar olması gerekenin bu olduğuna inandırmışlar.
Bir arkadaşım (erkek) ''Ben olsam bana ihtiyacı olan bir kadın isterim.'' demişti. Kendine ihtiyaç duyan bir kadın olursa egosunu tatmin edecek, kendini olduğundan daha kıymetli ve daha işe yarar hissedecek. Aslında ihtiyacı yok kadınların bunlara. Buna inandırılmışlar sadece. Ben isterdim ki erkekler kadınlara sadece yol arkadaşı olsun. Kadınlıklarının dışında eşitleri gibi sevsinler. Kendilerine muhtaç olmalarını istemesinler. Saygı duysunlar kadınlara zekalarına, başarılarına, fikirlerine saygı duysunlar fiziklerine gösterdikleri ilgiden daha çok. Böyle değil tanıştığım hiç bir erkek. Bunun sebebi sadece erkekler değil aynı zamanda bazı kadınlar. Kadının hayatını standartlaştırmış kadınlar. Kendi hayatları acı içinde, anlamsız, boşa geçtiği için başka kadınların hayatlarının da böyle geçmesi gerektiğini düşünen kadınlar. Anlamsız.

9 Mart 2014 Pazar

aşk diye bir şey varsa eğer

 Bir gün sadece bir kaç dakika için birini görürsün. O dakikalar sanki dünyanın en uzun dakikalarıdır. Kalbine düşüvermiştir birden. Hiç bir şey yapmadan üstelik. Her şeyi tükettiğin gibi o dakikaların da kıymetini bilmezsin, o dakikalar da biter ve rüya bitti dersin.
 Günler geçer, aklının ve kalbinin bir köşesinde kalmıştır. Beklemezsin tekrar görmeyi. Kim olduğunu, neler yaptığını bilmiyorsundur. İsmini bile bilmiyorsundur. Sonra açıklayamadığın bir şekilde beklemediğin bir anda tekrar karşına çıkar. Bu sefer tamam dersin, hayat bana da güzel sürprizler yapabiliyormuş.
 Onu düşünmek bile kalbini hızlandırıyordur. Nefesini kontrol edemiyorsundur. Sevmek kelimesi bile hissettiklerinin yanında anlamını yitirmiş ve küçücük kalmıştır. Kalbin sadece kan pompalamadığını, hissedebildiğini, hissettiklerin yüzünden deli gibi canını yaktığını, göğüs kafesini zorladığını fark edersin.
 Tanışırsın sonra bir şekilde. Onu gördüğün andan beri onunla olamayacağını bile bile bu sefer de sürüklendiğim gibi gideyim dersin. Vakit geçirirsin onunla. Yanında dilin tutulur. Hiç beklemediğin kadar saçmalarsın heyecandan. Hiç böyle hissetmemişsindir daha önce çünkü. Fakat onun senin duygularının çok azını bile hissetmediğini anlarsın. En çok da bu yakar canını. Hayatından çıkarmak istersin, hafızandan silmek istersin. Kısacık bu süre içinde telefon numarasını bile ezberlemişsindir oysa. Telefonundan her sildiğinde yeniden tuşlarsın numarasını. Ta ki o seninle konuşmak istemediğini hissettirene kadar.
 Sevgilisi olur sonra. Her gün neredeyse her saat başı hesabını kontrol edersin. Fotoğraflarına bakarsın. Kalbinde duyduğun o müthiş hisler bu sefer boğazına düğüm olur. Uykuların kaçar her gece. Ağlamak ister ağlayamazsın. Hayatla ilişkini koparmak istersin ama sorumlulukların vardır. Her gün lanet ederek yatağından kalkar istemediğin şeyleri yapar, istemediğin insanlarla vakit geçirirsin.
 Aradan iki yılı aşkın bir süre geçmiştir. Onun ilişkisi de neredeyse iki yılını tamamlıyordur ve sen artık onların ilişkilerinin sağlam olduğunu düşünür, zamanın da etkisiyle unuttuğuna karar verirsin. Yine dünyanın en mutlu insanı değilsindir ama neşen yerindedir. Uykularını kaçıran histen kurtulmuşsundur. Kendini çok güçlü hissedersin.
 Sonra bir akşam tekrar çıkar gömdüğün yerden. Gelir ve sen hiç fark etmeden iki yılını çöpe attığını çok sonra anlarsın. Sevgilisinden ayrılır, görüşmeye devam edersin. Hiç bir şey beklemeden ama en başında olduğu gibi en ufak bir beklentin ya da geleceğe dair onunla hiç bir hayalin yoktur. O ise sadece vakit geçirmek için seni kullanıyordur. Bunu bilirsin, hissedersin yine de geliyorum dediğinde gelme diyemezsin. Dengen bozulur. Yanından her ayrıldığında kendinden tiksinirsin. Küçücük görürsün kendini. Onun umursamazlığı, sana hiç değer vermiyor olmasını her konuşması hissettirir sana. Sen buna rağmen onu tekrar görmek istediğin için kızarsın kendine. Kendine saygını yitirirsin.
 Bakarsın ona iyi biri değil, seni önemsemiyor, ufacık bir değerin bile yoktur gözünde. Peki neden dersin. Neden bu kadar yıldır ben onu hiç azalmayan bir duyguyla seviyorum? Neden kalbime baktığımda sadece onu görüyorum? Çok sonra anlarsın güzel olan, iyi olan, insan olan senmişsin aslında. Sevgin onun küçüklüğüne rağmen senin büyüklüğünden böyle hissettiriyormuş.
 Sonra... Sonra elinde kalan yaşanmışlığın verdiği acı, kendini bu kadar küçük düşürmenin verdiği üzüntü, kalp kırıklığı olmuştur. Neyse dersin en sonunda, her neyse benim hikayem de böyleymiş demek ki.

25 Şubat 2014 Salı

Tayyip Erdoğan - Bilal Erdoğan

 24 Şubat 2014 tarihinde twitterdan haramzadeler tarafından ses kayıtları ortaya çıkarıldı. Ses kaydında yolsuzluk operasyonu olduğu tarih olan 17 Aralık 2013'de yapılan telefon görüşmeleri vardı. Kısaca özetlenirse yolsuzlukla çaldıkları paraları Bilal'in evinden temizlemesini, ''sıfırlamasını'' tembih ediyor Tayyip Erdoğan. Sesleri inanılmaz derecede benzerlik gösteriyor. Ses analizi yapan insanların çoğu böyle bir benzetmenin yapılamayacağını, böyle bir teknolojinin olmadığını söylüyorlar.
 Tayyip Erdoğan ise ses kayıtlarının montaj olduğunu söyledi ilk önce. Sonrasında ise kriptolu telefonların dinlendiğini söyledi. Ses kayıtlarının ise TÜBİTAK tarafından incelenmesine karar verildi. Konuşmanın yapıldığı günde Başbakan'ın Ankara ve Konya'da programları vardı bu konuşmayı yapmış olamaz savunmasına karşın ise bunun gerçek olduğunu savunanlar konuşmalarının saatleri ile çakışmadığını savunuyorlar.
















 Sahte ve ya gerçek ki ben büyük olasılıkla bu konuşmaların gerçek olduğuna inanıyorum. Basit düşünürsek bu olaydan sonra yine dolar yükseldi ve yine olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına oldu.

İnsan Ruhunun Haritası / Ahmet Ümit


... o günden sonra, sadece kendim için yaşamayı ahlaki düşkünlük olarak görmeye başlamıştım.

Bir ideal için dövüşmenin en büyük ahlaki erdemlerden sayıldığı bir dünya.

Ve Yaşar Kemal'în romanlarından insanlığın ortak belleğine düşen sözler diyor ki; İçindeki kahramana asla yüz çevirme. Çünkü umut hala insandadır. Hayır demeyi bilen, olmaz demeyi bilen, kabul etmiyorum demeyi bilen insanda. Unutma sakın, hak için gösterilen inat kutsaldır.




14 Şubat 2014 Cuma

Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda / Yılmaz Özdil

 Yılmaz Özdil'in kitabından küçük notlar diye başladığım ama uzayan kitap alıntıları ile dolu bir yazı oldu. Bu kitabı okumak insanın bakış açısını değiştiriyor. Belki daha doğrusu zaman içinde olduğundan arka arkaya okuduğumuzda farklı şekilde düşünüyoruz. Keşke söyleyebilecek, yapabilecek bir şeylerimiz olsa ya da en azından umudumuz olsa. Doğrusu kitabı okurken bol bol baş ağrısı yaşadığım, sık sık da sinirden güldüğüm bir gerçek. Kendimce herkesin objektif olarak okuması gerektiğine inandığım bir kitap aynı zamanda.



2003

... 11 senedir Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Nuri Yılmaz ''İlk defa bu hükümetten baskı gördüm, dini siyasete alet etmek istiyorlar'' diyerek istifa ediyordu.

 Ama, Türkiye'nin çok daha önemli mevzuları vardı. Mesela herkes, Fenerbahçe'ye gol atınca elini şortuna sokup, tribüne doğru tombala sallayan Pascal Nouma'yı konuşuyordu. Irak haberlerinin bile önüne geçmişti. Derhal sözleşmesi feshedildi, Beşiktaş'tan kovuldu. Burnumuzun dibindeki savaşa dair gıkını bile çıkarmayan Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök, haftalar sonra ilk defa basına açıklama yaptı, ''Pascal Nouma'yı göndermeselerdi, Beşiktaş üyeliğimi askıya alacaktım'' dedi.

 ... ki, Cumhuriyet gazetesinin ''Genç subaylar tedirgin'' manşeti, gündeme bomba gibi düştü. Mustafa Balbay imzalı habere göre, Genelkurmay Başkanı Özkök, Başbakan'ı uyarmış, ''irticai gelişmelerden sadece genç subayların değil, ordunun tamamının kaygı duyduğunu'' söylemişti.
 Peki söylemiş miydi?
 Hilmi Özkök üç gün sustu, başkent kaynadı, üç gün sonra çıktı, ''Yalanlamaktan öte lanetliyorum, bu dedikoduları çıkaranların vatan millet sevgisinden şüphe etmek lazım'' dedi. Halbuki, taa dokuz sene sonra, Ergenekon davasında ifade verecek, Başbakan'ı subayların tedirginliği konusunda uyardığını anlatacak ve ''Yalanlamaktan öte lanetliyorum'' dediği haberi doğrulayacaktı.

 Süleymaniye'deki irtibat büromuz ağır silahlı Amerikan askerleri tarafından basıldı. Bordo bereli 11 subay ve astsubayımız kafalarına çuval geçirilerek, kelepçe takılarak, dipçiklenerek tutuklandı. ABD'ye nota verdiğimiz iddia edildi. Üç saniye sonra bizzat Başbakan tarafından yalanlandı, ''Müzik notası değil bu, her aklınıza estiğinde verilmez, ciddiyeti vardır'' dedi. ''Daha ne ciddiyeti olacak birader'' denilemedi tabii... 57 saat esir tutuldular, sonra bıraktılar. Binbaşımızın kaburgası kırılmıştı.

2004

 Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ, ABD'ye gitmişti, döner dönmez basın toplantısı yaptı. ''Bazı çevreler ılımlı İslam diye kavramlar üretiyor, hem laik devlet hem ılımlı İslam olmaz. Türkiye böyle kuruldu, böyle devam edecek'' dedi. Washington-Ankara hattında bir şeyler oluyordu.

 Harp akademileri'nde konferans veren Cumhurbaşkanı Sezer ise, lafı hiç eğip bükmüyor, tarihe not düşüyordu: ''Büyük Ortadoğu Projesi'nin ülkemizi etkileyebilecek risklerine karşı uyarıda bulunuyorum... Laik Türkiye'ye İslam Cumhuriyeti tanımlaması getirmek, ılımlı İslam gibi anlamsız modelleri bilinçaltında benimsetmeye çalışmak, kabul edilemez, daha açık söylemiyle irticadır.''

 Cumhurbaşkanı Sezer'in oğlu Levent, kendisi gibi bankacı Evren Altunay'la Çankaya Köşkü'nde evlendi. Gayet sadeydi... Fırsat bu fırsat, beş bin kişi çağırayım da, nasıl olsa Cumhubaşkanıyım, yalakalık olsun diye mücevherler taksınlar demedi. Takı töreni yapılmadı. Hediye vermek isteyenlere ''sizin gelmeniz hediye'' denildi. Nikah şahitlerini gelinle damadın arkadaşları yaptı. Gelin, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü'nde dikilen gelinliği giydi. Konukların çoğu taksiyle ve ya servis minibüsüyle geldi. Köşk'te görevli şoförler, eşleriyle birlikte davetliydi, konuklar arasındaydı. Düğün yemeği Köşk'ün aşçılarına yaptırılmadı, dışarıdan sipariş edildi, Köşk'ün bütçesinden ödenmedi, aile bütçesinden ödendi. Cumhurbaşkanı, o gecenin elektrik parasını bile kendi cebinden ödedi. Gazeteciler içeri alınmadı; gazeteciler intikam aldı, düğün haberi birinci sayfalara konulmadı.

2005

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ''AKP'nin kendi dünya görüşüne yakın dört bin hakim ve savcı atayıp, gelecek 20 senede iktidarını güvenceye almak istediğini'' açıklarken... Amerikan Colgate, misvak özlü diş macununu dünyada ilk kez Türkiye'de piyasaya sürüyordu.

 ... Ağustos ayında 12 şehit vardı. 2002'de sıfırlanan terör, üç senede bu hale gelmişti.

 (Başbakan) İspanya'dan geldi, Diyarbakır'a gitti. Bayram değil seyran değil... ''Evet, Türkiye'nin Kürt sorunu var'' dedi. ''Büyük devlet, yüzleşmesini bilen devlettir'' dedi.

 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin'in 1998'de açtığı davada son noktayı koydu. ''Türban yasağı, insan hakları ihlali değildir'' kararı verdi. Tayyip Erdoğan hemen bu kararı yorumladı; Anayasamızda yer alan ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ''laik, hukuk devleti'' kavramına nasıl baktığını izah etti. ''Mahkemenin bu konuda söz söylemeye hakkı yok, söz söyleme hakkı din ulemasınındır'' dedi!

 Rektör Aşkın'ın duruşmaya çıkacağı gün... Davanın açılmasına karşı olduğunu söyleyen mahkeme hakimi, Şırrak diye görevden alındı. Başka hakim atandı. Rektör hapiste kaldı. Hukuk'un guguk haline getirilme süreci başlamıştı.
 TÜSİAD, Rektör Aşkın'a sahip çıktı. ''Uzun gözaltı süresini tasvip etmemiz mümkün değil'' denildi. Başbakan öfkelendi. ''TÜSİAD yargıya müdahale ediyor, yürütme olarak hatırlatıyorum, devreye girilmelidir'' dedi. ''Savcılar görece'' demenin kibarcasıydı. Hadi bakalım, Ankara Başsavcılığı, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç hakkında inceleme başlattı. Halbuki, rektöre sahip çıkan TÜSİAD, hapse tıkıldığı zaman Tayyip Erdoğan'a da destek açıklaması yapmıştı... Neticede, Mustafa Koç'a dava açılmadı. İki bin seneyle yargılanan Rektör Aşkın, 76 gün sonra tahliye edildi.

 2006

 İstanbul'da Dünya İş kadınları Zirvesi yapıldı. Başbakan'ın eşi Emine Hanım'ın konuşmasıyla başladı. Suriye Devlet Başkanı'nın eşi, Afganistan Devlet Başkanı'nın eşi, Lübnan Devlet Başkanı'nın eşi falan katıldı. Hiçbiri çalışmıyordu. Hepsi ''eş durumundan'' iş kadınıydı. Dünya böyle iş kadını zirvesinde sadece Cumhurbaşkanımızın eşi Semra Sezer, emekli olana kadar çalışan kadındı. Davet edilmemişti.

 ''Ergenekon başlıkları atıldı. Neredeyse bütün gazeteler, muhabir imzası bulunmayan haberler yayınlıyor, Danıştay saldırısının arkasında ''Ergenekon yapılanması'' olduğu yazıyor; kaynak belirtilmiyordu.

 Tuhaf işler olmaya başlamıştı. Kimliği belirsiz kişiler, gazetecilere telefon ediyor, ''Elimizde müthiş belgeler var, ister misiniz?'' diyordu. ''Genelkurmay'ın önünde'' buluşmak için randevu veriliyor, her giden gazeteciye sarı zarflar teslim ediliyor, zarflardan Atabey çetesiyle alakalı bilgiler, krokiler fışkırıyordu. Danıştay baskını, askerlere yıkılıyordu. Komediydi ama, gülünecek tarafı yoktu... Zarflardan adı çıkan insanlar, şakır şakır tutuklanıyordu. İki sene kadar sonra, bu krokilerin mrokilerin hepsinin palavra olduğu anlaşılacaktı. Ancak, o arada iş işten geçecek, bu mevzuya adı karıştırılan subaylar ordudan atılacaktı.

 TRT'deki kadrolaşma ayyuka çıkmıştı. Mesela, ''Gün Başlıyor'' programının sunucusu İkbal Gürpınar, yönetimin baskılarına dayanamayarak istifa ettiğini açıkladı. ''Konukların kıyafetlerini dekolte bulup, müdahale ediyorlardı, kahkaha atmama bile karışıyorlardı'' dedi. Hadisenin matrak tarafı... Bu sunucumuz, pek yakında tesettüre girecek, dinci tabir edilen kanallarda program yapacak, hatta ''Allahuekber yihhuuu'' sloganıyla meşhur olacaktı.

2007

 Sabancı Holding, yatırımcı konferansı düzenlemiş, yabancı fon temsilcileriyle Başbakan'ı buluşturmuştu. Yabancılar endişelerini dile getirdi. ''Parayı Türkiye'ye yöneltmemizin en önemli nedeni, Türkiye'nin laik olması... Bu ülke önümüzdeki dönemde laik kalabilecek mi?'' diye sordular. Başbakan sakince cevapladı, ''Laiklik, Anayasa'nın değişmez ilkesidir, endişeniz olmasın, Türkiye gelecekte de laik kalacaktır'' dedi. Yani? ''Türkiye laiktir laik kalacak'' sloganını... Türkiye'de ilk atan kişi, Bizzat Tayyip Erdoğan'dı!

 (Nisan) 13'ünde... Cumhurbaşkanı Sezer, Harp Akademileri'nde konuştu. ''Rejim hiçbir dönemde bu kadar büyük tehdit altında olmadı. Dış güçler, laik cumhuriyeti ılımlı İslam cumhuriyeti yapmak istiyor. TSK iç ve dış odakların hedefi haline geldi, TSK'ya karşı zaman ayarlı oyun oynanıyor'' dedi.

 (Nisan) 27'si gece... Cumhurbaşkanlığı oylaması bitti. Saat 23.30: Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi internet sitesinde sürpriz bildiri yayınlandı. Tarihe ''e-muhtıra'' sıfatıyla geçecek olan bildiride ''Türk Silahlı Kuvvetleri laikliğin kesin savunucusudur, bu konuda taraftır'' deniyordu.

 (Nisan) 28'inde... Genelkurmay'ın bildirisi, neredeyse tüm siyasetini ''mağduriyet'' üstüne kuran AKP'nin gökte arayıp yerde bulduğuydu. Muhalefetteyken ''mağdurum'' diyen AKP, iktidarda gene mağdur olmayı başarmıştı. Dünya demokrasi tarihinde, 11 sene aralıksız tek başına iktidarda kalıp, mağdur olmaya devam eden tek parti AKP'ydi! Neyse... Hükümet, Genelkurmay'ın bildirisine karşı bildiri yayınladı. Adalet Bakanı Cemil Çiçek okudu. ''Genelkurmay, hükümetin emrindedir. Genelkurmay'ın açıklaması, yüce yargıyı etkilemeye yönelik bir girişim olarak algılanacaktır, üzücüdür'' denildi.

 (Nisan) 29'unda... İstanbul Çağlayan'da Cumhuriyet mitingi yapıldı. İki milyona yakın insan katıldı. Kadınlar ön plandaydı. ''Çankaya yolları şeriata kapalı, ne şeriat ne darbe'' sloganları atıldı. Atatürk posteri ve Türk bayrağı seliydi. Haber kanalları naklen yayınlıyordu. Trabzon, Gaziantep, Mersin, Adana'da televizyonlar seyredilmesin diye, genel bakım ayaklarıyla elektrik kesintileri yapıldı. Denizli'de belediyenin iş makinesi ana hatları kopardı, şehir elektriksiz kaldı. Dünyada birinci haberdi. İran'da bile manşetti. Hatta, İtimad gazetesi ''İslamcılarla laikler karşı karşıya geldi'' yorumunu yapmıştı. Adeta 10 sene gibi süren Nisan ayı nihayet bitti. Başıyla sonu arasında... 10 şehit vardı.

 Profesör Teziç'in görev süresi bitti, YÖK Başkanlığı'na Yusuf Ziya Özcan atandı. Türkiye henüz Malezya olmamıştı ama Malezya'dan YÖK Başkanımız olmuştu! Çünkü Yusuf Ziya Özcan, Malezya İslam Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmıştı. İşin matrak tarafı, YÖK bu üniversiteye denklik vermiyordu. Daha matrak tarafı... Rektör değildi. Dekan bile değildi. Herhangi bir fakülteyi yönetmemişti ama, üniversitelerin hepsini birden yönetecekti.

  Bizim liboş gazeteciler ise, Barzani'yle röportaj kuyruğuna girmişti. Tayyip Erdoğan pek sinirlendi, esti gürledi. ''Fırsat bulsalar İmralı'dakini de konuşturacaklar'' dedi. Breh breh breh... O zamanlar biri çıkıp, ''Barzani'yi AKP kongresine onur konuğu olarak davet edecekler, Apo'ya ulusal sesleniş konuşması yaptıracaklar, hayaldi gerçek olacak'' deseydi, herhalde contaları yakmış diye, alay edilirdi!

 Temmuz ayında 13 şehit vardı. Ağustos ayında 12 şehit vardı. Eylül ayında 5 şehit bardı. Şırnak'ta minibüs tarandı, 12 vatandaşımız öldü. Ekim ayında 35 şehit vardı. Kasım ve Aralık'ta dokuz şehit daha vardı. 2007 bilançosu 138 şehide ulaşmıştı. Öfke doruktaydı. Ahalinin gazını almak gerekiyordu.
 F16'larımız Kuzey Irak'taki PKK kamplarını, Kandil'deki mağaraları vurdu. Uçaklardaki termal kameralarla çekilen bombalama görüntüleri, ilk defa, televizyonlarda yayınlanıyordu. Film gibi seyrediyorduk. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ''PKK kampları artık Biri Bizi Gözetliyor Evi gibi'' dedi. Komandolarımız sınır ötesine geçti. Güya temizlik harekatı yapılıyordu. Şöyle mahvettik, böyle mahvettik manşetleri atıldı ama... Aylardır Kuzey Irak'a gireceğimiz konuşuluyordu. Neredeyse bi davul zurna çalmadığımız kalmıştı. O kamplarda keriz gibi kim kalmış olabilirdi ki?
Neticede... Hükümet memnun, Genelkurmay memnun, ahali memnun, ABD memnun, hatta, kimsenin burnu kanamadığı için PKK bile memnundu!...

2008

 Hemen ertesi gün... Yargıtay Başsavcısı, AKP hakkında inceleme başlattı. Hemen ertesi gün... Tayyip Erdoğan'ı ''sayın-kelle''den mahkum ettiren Avukat Kemal Kerinçsiz tutuklandı. N'ooluyor demeye kalmadı, aralarında emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün de bulunduğu 33 kişi hapse tıkıldı. Danıştay baskınından sonra telaffuz edilen ''Ergenekon Örgütü'' manşetlere çıkmıştı. Operasyonu, Özel Yetkili Savcı Zekeriya Öz yönetiyordu.

 Hemen ertesi gün... Türbanı üniversitede serbest bırakan yasa taslağı hazırlandı. Kipa, İngilizlere satıldı. Migros da İngilizlere satıldı. Bankacılık ve sigortacılık gibi, perakendecilik de komple yabancının eline geçmişti... E memleketi yönetenler ''babalar gibi satıcı'' ve ''pazarlamakla mükellefçi'' olunca, memleketin gençlerine kala kala, tezgahtar, kasiyer, sucuk tattırıcısı olmak kalmıştı.

 İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı oldu. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Başbakan'la röportaj yaptı; laf dönüp dolaşıp İlker Başbuğ'a geldi. Ertuğrul Özkök ''Tanıdığım az sayıda askerden biridir'' deyince, Tayyip Erdoğan ''Elbette tanırsın, o da sizden'' dedi. Ertuğrul Özkök ''Anlamadım'' diye sorunca, Tayyip Erdoğan ''Canım, o da Fenerbahçeli demek istemiştim'' diye geçiştirdi. Halbuki, Tayyip Erdoğan'da Fenerbahçeli'ydi. O halde neden ''bizden'' değil de ''sizden'' olmuştu? Yakında bütün ülke nedenini öğrenecekti!

 O gün... Tayyip Erdoğan'a Eğirdir Komanda Okulu gezdiriliyordu. Cemil Çiçek yerde mermi kovanları buldu, eğildi, aldı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ''Aman dikkat edin, iyi saklayın, yoksa Ergenekon'dan içeri girersiniz'' dedi. Güldüler.. ''İleri görüşlü'' komutandı. Adeta, kendi başına gelecekleri görmüştü.

2009

 Derken... Emekli Albay Mustafa Levent Göktaş tutuklandı. Bordo bereli efsane subaydı. TSK'da üç tane üstün cesaret madalyasına sahip tek askerdi. Emekli olduktan sonra avukatlık yapmaya başlamıştı. Bürosu basıldı. ''DVD bulduk'' denildi. ''51'' numarasıyla kaydedilen DVD'den devlete ait gizli belgelerin çıktığı öne sürüldü. Albay Göktaş ''Kesinlikle bana ait değil, büroma nasıl geldi bilmiyorum'' dedi ama nafile... Bu esrarengiz DVD, Ergenekon davasının omurgasını oluşturacaktı. Tayyip Ergoğan ''Bunlar daha işin başı'' dedi. Vardı herhalde bir bildiği.

 Sahte haham Tuncay Güney ''Egenekon'un kara kutusu'' sıfatıyla, TRT'ye çıkarıldı. Genelkurmay başkanlarına çeteci, Deniz Baykal'a MİT ajanı dedi. Kudüs Paktı'ndan girdi, Şanghay Beşlisi'nden çıktı. Ne belge, ne kanıt... Bulaştır bulaştırabildiğin kadar'dı.
 Bu karanlık adam, seneler sonra, 2013'te yeniden piyasaya çıkacak, ''Ergenekon davası bir projeydi, vicdanen rahatsızım, verdiğim ifadeler geçersizdir, devlet beni kullandı'' diyecekti ama... İş işten çoktan geçmiş olacaktı. Hahamın yalanlarını bangır bangır duyuranlar, hahamın itiraflarını görmezden gelecekti. Haysiyet cellatlığı başlamıştı. İsimler ortaya atılıyor, manşetlerden infaz ediliyordu. Köşe yazılarında listeler yayınlanıyordu. Adeta, Nazi Almanyası'ndaki gibi kapılar işaretleniyordu.

 Kayseri garnizon Komutanı Tümgeneral Rıdvan Ulugüler'in, Ergenekoncu olduğu, halkı fişlediği iddia edildi. İnternet siteleri böyle yazıyordu. Genelkurmay soruşturma açtı. İki astsubay tutuklandı. Tutuklanan astsubaylardan biri, itiraf etti... Fetullah Gülen cemaatinin Işık Evi'nde kaldığını, oradan tanıdığı ağabeyleri olduğunu, o ağabeylerinin isteğiyle Tümgeneral adına sahte emir yazdığını söyledi. Kendine flash bellek verildiğini, yüzbaşının şifresini kırarak sisteme kopyaladığını, bilgisayarı kapatıp, flash belleği iade ettiğini anlattı. Hadise kabak gibi ortadaydı... Ancak, Türkiye meşguldü. Seçime günler kalmıştı. TSK'nın neredeyse bütün komuta kademesini Silivri'ye gönderecek olan bilgisayarlı komplolar zincirinin ''ilk halkası'' arka sayfalarda küçücük haberlerle kaynadı gitti. İşaret fişeğiydi ama... Basınımızda saman alevi kadar değer bulmamıştı. Bu general, iki sene sonra içeri tıkılacaktı. Bu astsubay, iki sene sonra serbest bırakılacaktı.

 Seçime iki gün kala'madan... BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopter, Kahramanmaraş'tan Yozgat'a gelirken, dağlık alana düştü. İhlas Haber Ajansı muhabiri İsmail Güneş, helikopterdeydi. Cep telefonuyla 112'yi aradı. ''Herkes öldü galiba, diğerlerinden ses yok, burada donacağız, her taraf sis, kar, kötüyüm, ayağım kırık, yerimizi hala tespit edemediniz mi?'' diye yardım istedi. Yürekleri parçalayan bu çaresiz telefon kaydı televizyonlarda yayınlanıyor, nereye düştükleri bir türlü bulunamıyordu. Gece yarısı saat ikiye kadar üç ayrı telefondan sinyal alınmıştı. 11 helikopter, bir uçak, 2 bin askerle arama yapılıyordu. Keş Dağı'nın ısrarla kuzeyi aranıyordu. Canlı yayınlara çıkan köylüler ise ''Dağın yanlış tarafında arıyorlar, olsa olsa güneydedir'' diye bağırıyor, dinletemiyorlardı. ''Telekulak Cumhuriyeti''nde on binlerce insanın telefonu dinleniyor, kimin hangi saniyede nerede olduğu biliniyor, hatta, kapalı haldeki telefonlardan bile mikrofon gibi kayıt  yapılabiliyordu ama.. Muhabir İsmail'in 112'yi aramasına rağmen, üç ayrı telefondan sinyal alınmasına rağmen, her nasılsa helikopterin yeri bulunamıyordu.
 Köylüler baktılar ki dinletemiyorlar... Arama yapılan bölgenin tam aksi istikametine gittiler ve enkazı tam da söyledikleri yerde buldular. 47 saat geçmiş, iş işten geçmişti. Cenazelerin üstünde iki parmak kalınlığında buz vardı.
 Helikopterin burnu parçalanmıştı ama, gövdesi komple sağlam duruyordu. Muhsin Yazıcıoğlu'yla birlikte dört cenaze, helikopterin yakınında bulundu. Gazeteci İsmail Güneş'in cesedi, anca ertesi gün bulunabildi. Kopan koltuğu kızak yapıp, kırık bacağıyla yokuş aşağı kaymaya çalışmış, 500 metre kadar gidebilmiş, bir kaya dibine sığınmaya gayret etmişti. Diğerleri ilk darbede hayatını kaybettiyse bile, düzgün arama yapılsa, en azından İsmail'in kurtulması mümkündü.

 2007 genel seçim sonuçları, sandıklar kapanır kapanmaz, 20 dakika sonra açıklanmıştı. Yerel seçim sonuçları öyle olmadı, bir türlü açıklanamadı. Yüksek Seçim Kurulu'nun bilgisayar sistemi çöktü. Sayımlar sırasında İstanbul'da Ankara'da elektrikler kesildi. Ankara'da zabıta aracında çuval çuval oy pusulası yakalandı, yakılmış oy pusulaları bulundu. Muhalefetin belediye başkan adayları sandık başlarında adeta nöbet tuttuğu için, genel seçimdeki gibi oldu-bittiye getirilememişti!

2010

 2003 senesinde, dönemin Birinci Ordu Komutanı Çetin Doğan liderliğinde ''Balyoz'' kod adıyla darbe planı yapıldığı iddia ediliyordu. Darbe kararının, 29'u general 162 subayın katıldığı toplantıda alındığı öne sürülüyordu. Plana göre, camiler bombalanacak, F16'mız Ege'de kasten düşürülecek, kaos yaratılacak, 200 bin kişi gözaltına alınacak, halka ateş açılacak ve darbe yapılacaktı.
 Çetin Doğan isyan etti, ''Düzenli olarak yapılan plan semineriydi, herhangi bir savaş anında çıkabilecek karışıklıkları önleme planıydı. Cami bombalanması, uçak düşürülmesi filan yapıştırma, üretim, iftira... Bunlar hangi dinsiz, imansız, hasta adam düşünebilir?'' dedi.
 Genelkurmay Başkanı Başbuğ basın toplantısı yaptı. ''Bu iddiayı ortaya atan vicdansızlara soruyorum... Biz askere Allah Allah diye taarruz ettiriyoruz. Bu ordu nasıl olur da Allah'ın evine bomba atmayı düşünür? Hicap duyuyorum, lanetliyorum'' diye bağırdı. Öfkesinden kürsüyü yumrukladı.
 Çirkin bir kısır döngü başlamıştı. Manşetlerinden iftira üstüne iftira atıyorlar, köşelerinden ''Cevap ver Başbuğ'' diye makale yazıyorlar, Başbuğ cevap verince de '' Demokratik ülkede nasıl olur da genelkurmay başkanı bu kadar konuşur, susturun şu adamı'' diyorlardı.

 TSK'nın kamyonu ''terör örgütü kamyonu'' olarak gösterilirken... Uşak'ta bir otomobil hatalı solladı, karşı yönden gelen kamyonun altına girdi, sürücü öldü. Otomobilin bagajından cep telefonuyla patlatılmaya hazır, beş kiloluk bomba düzeneği bulundu. Sürücünün cebinden şifreli krokiler çıktı. ''PKK kuryesi'' olduğu yazıldı. Gerisini öğrenemedik... Çünkü savcılık tarafından alelacele gizlilik kararı alındı, yayın yasağı getirildi. TSK terör örgütü gibi sunuluyor, tescilli terör örgütünün bombaları kamuoyundan gizleniyordu.

 Gazeteler 31 Mayıs'ta ''yıldırım baskı'' yaptı. Çünkü 30 Mayıs gecesi iki müthiş haber patlamıştı. Birincisi, İskenderun'daydı. Askeri araca roketle saldırıldı, altı şehit verdik. İkincisi, Akdeniz'deydi... Helikopterle gelen İsrail komandoları, Mavi Marmara feribotunu, uluslararası sularda bastı. Sivillere kurşun yağdırdı. Dokuz vatandaşımız hayatını kaybetti. Yaralıları bile kelepçelediler. Kameraya kaydetmişlerdi, televizyonda yayınlıyorlardı. Dehşet ve çaresizlik içinde seyrediyorduk.
 Mavi Marmara feribotu, sadece iki ay önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından İnsani Yardım Vakfı İHH'ya 1 milyon 800 bin liraya satılmıştı. Hadisenin nereye varacağını kavrayamayan basınımız, bu satışın sebebini hiç merak etmemiş, tek sütun haber bile yapmamıştı. Türk halkı, her zaman olduğu gibi, anca testi kırıldıktan sonra öğreniyordu.
 İsrail, Hamas kontrolündeki Gazze'ye ambargo uyguluyordu. Mavi Marmara yolcuları bu ambargoyu delmeye gidiyordu. 2007'de TBMM Üstün Hizmet Ödülü alan İnsani Yardım Vakfı organize etmişti. Konvoyda, Mavi Marmara'yla beraber, daha küçük ebatlarda altı gemi bulunuyordu. Gıda maddesi, giyecek, ilaç, çimento falan götürüyorlardı. 32 ülkeden 663 kişi vardı. Sadece Türkler öldürüldü...

 Sandığa günler kala... Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı tarafından yazılan Haliç'te Yaşayan Simonlar-Dün Devlet Bugün Cemaat isimli kitap piyasaya çıktı. Türkiye temellerinden sarsıldı. Fetullah Gülen cemaatinin polis teşkilatı içinde nasıl örgütlendiğini, özel yetkili bütün savcı ve hakimlerin değiştirilmesi gerektiğini, aksi halde cemaate muhalif hiç kimsenin hayatının güvencede olamayacağını, gündemi sarsan iddiaların cemaat tarafından yayıldığını, Ergenekon'un Balyoz'un cemaatin işi olduğunu, Deniz Baykal'a yönelik kaset komplosunun cemaat tarafından yağıldığını yazıyordu. ''Karşımızdaki kişiler polis, hakim ve ya savcı değil, cemaatin elemanlarıdır'' diyordu. Somut örnekler anlatıyor, isimler veriyor, şahitler gösteriyordu.

 Memlekette satacak mal kalmamıştı. 49 seneliğine kiralıyoruz ayaklarıyla dereleri satmaya başlamışlardı. Tabiat harikalarına hidroelektrik santralleri kuruluyordu. Çevreciler mücadele ediyor, mahkemeye veriyor, dereleri SİT alanı ilan ettirerek, baraj inşaatlarını engellemeye çalışıyorlardı. Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi, bu hadiseyi kaleme aldı. Köşe yazısını ''Analarını bile satan zihniyetin marifetlerini görüyoruz'' cümlesiyle bitirdi. Ertesi gün özür diledi ama, iş işten geçmişti. Linç kampanyası başlatıldı. AKP resmi olarak kınadı, Başbakan mahkemeye verdi. Hürriyet binası önünde protesto gösterileri yapıldı, Hürriyet gazetesi yakıldı. 24 saat dayanabildi... Oktay Ekşi istifa etti. 44 senedir Hürriyet'te çalışan, 36 senedir başyazar olan gazeteci, bir cümleyle infaz edilmişti.

 Diyanet İşleri Başkanı Profesör Ali Bardakoğlu, görevden alındı. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından bu makama getirilmişti. AKP'yle hep mesafeliydi. Kürt açılımına destek vermemişti. ''Zihinlerdeki parçalanmayı arttırır'' diyerek, Kürtçe vaaza karşı çıkmıştı. Sık sık Atatürk'e atıfta bulunurdu. Kadın hakları konusunda çağdaş adımlar atmış, iktidar-muhalefet ayırmamıştı. Tayyip Erdoğan ''Başörtüsünü Diyanet'e soralım'' dediğinde... ''Yasal düzenleme için Diyanet'in görüşünü sormak, laiklik ilkesine aykırıdır'' cevabını vermiş, bardağı taşırmıştı! Görevden alındı. Yerine, Mehmet Görmez getirildi.

 Wikileaks depremi başladı. ''Bay Sızıntı'' lakaplı Avustralyalı gazeteci Julian Assange, ABD büyükelçilerinin Washington'a gönderdiği kriptoları yayınlıyordu. ABD'yle iş tutan ülkelerin ipliği pazara çıkmıştı. Peyder pey 251 bin belge yayınlanacaktı. Depremin merkez üssü, Ankara'ydı. 8 bin civarında belge, ABD Ankara Büyükelçiliği kaynaklıydı.
 Amerikalı diplomatların kriptolarına göre, Türkiye ''İslamcı bir geleceğe doğru gidiyor''du. AKP'nin önde gelen pek çok yöneticisinin cemaat üyesi olduğu... Başbakan'ın çevresinin ''dalkavuk'' danışmanlarla doldurulduğu anlatılıyordu. Bazı belgeler sansürlenerek yayınlanmıştı. Mesela, 8 Haziran 2005 tarihli yazışma, Başbakan Erdoğan'ın yakınında ''köstebek'' olduğu izlenimi yaratıyordu. İsmi gizlenerek xxxxx olarak belirtilen danışmanlardan biri, AKP'ye ait bilgileri Amerikalı diplomatlara aktarıyordu.
 Çok iddia vardı ama, bir tanesi manşetlerde patlayacaktı. 30 Aralık 2004 tarihli kriptoda... Tayyip Erdoğan'ın İsviçre'de sekiz banka hesabı olduğu ima ediliyor, eski ABD Büyükelçisi Eric Edelman'ın bu iddiayı iki kişiden duyduğu öne sürülüyordu.
 Tayyip Erdoğan, o sırada Libya'daydı. Kaddafi adına verilen İnsan Hakları Ödülü'nü alıyordu. Çok sinirlendi. ''Benim İsviçre bankalarında bir Allah kuruşu param yok, bu tür iftiraları atıp ispatlamayanlar ne kadar alçaksa, bu iftiraları yayanlar, siyaset malzemesi yapanlar da aynı derecede müfteridir, alçaktır'' dedi. Kaderin oyunuydu bir nevi. Yandaş medyanın iftira manşetleri, bumerang gibi dönüp, Tayyip Erdoğan'ı vurmuştu. Neydi o bumerang derseniz... Geçen seçimin arefesinde ''Deniz Baykal'ın İsviçre'de gizli hesabı var'' manşetleri atmışlardı... Ve, buna kanıt olarak Pentagon'a ait olduğu öne sürülen bir belgeyi göstermişlerdi. Deniz Baykal mahkemeye başvurmuş, İsviçre Adalet Bakanlığı aracılığıyla, İsviçre'de banka hesabı olmadığı kanıtlanmıştı. ABD Ankara Büyükelçiliği de, Pentagon'a ait öyle bir belge olmadığını açıklamıştı.
 Peki, şimdi Tayyip Erdoğan da bağırmak yerine benzer bir yola başvurup, mahkeme kanalıyla İsviçre'de hesabı olmadığını belgeleyecek miydi? Bu sorunun cevabı merak ediliyordu. Başbakanımız çıktı, küçük bir hatırlatma yaptı. ''Biz rahatız, iftira atanlar düşünsün... 'Tayyip Erdoğan'ın 1 milyar doları var' diyen kişi, Ergenekon'dan içeride'' dedi. Şırrak Wikileaks haberleri bıçak gibi kesildi.

 ... Diyarbakır Barosu eski başkanı olan Sezgin Tanrıkulu, anadilde eğitim başta olmak üzere, pek çok konuda BDP'yle birebir görüşlere sahipti. Muhammed Çakmak ise, her fırsatta Fethullah Gülen'e hayranlığını dile getiren ilahiyat fakültesi akademisyeniydi. Bu iki isim ''yeni CHP''nin sembolleriydi...

2011

 Arap Baharı patladı. Wikileaks'in ilk somut sonucuydu. Tunus first leydisi Leyla'nın yolsuzluk belgeleri Wikileaks'te yayınlandı, halk ayaklanması başladı. Ülkeyi 23 senedir demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin bin Ali, Suudi Arabistan'a kaçtı. İlk bakışta ''ABD'nin ipliğini pazara çıkardı'' zannedilen Wikileaks, ABD çıkarlarına gayet güzel hizmet ediyordu. ABD hariç, ismi geçen her ülkede karışıklık çıkarıyor, hasar yaratıyordu. 10 gün sonra, Mısır patladı. Tunus'a benzemedi, kanlıydı. Sokak çatışmaları oluyor, insanlar ölüyordu. Türkiye'nin istihbaratı, öngörüsü sıfırdı. Tunus'tan sonra Mısır'daki Türk vatandaşları da olayların ortasına sıkışmıştı. Attık mı mangalda kül bırakmıyorduk ama, o sırada Mısır'da bulunan ''Atıcılık'' Milli Takımımız bile mahsur kalmıştı! Bizim hükümet, dinci muhaliflerin safındaydı. Mübarek'e sırtımızı dönmüştük. 
 Oysa, aynı Mübarek, Apo'nun Suriye'den çıkarılması konusunda ara buluculuk yapmıştı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden ''Üstün Hizmet Madalyası'' bile almıştı. Dün dündü.

 Araştırmacı gazeteciliğin sembol isimlerinden Nedim Şener, uzun süredir yandaş medyada hedef gösteriliyordu. Dink Cinayeti, İstihbarat Yalanları ve Ergenekon Belgelerinde Fetullah Gülen isimli kitapları yüzünden başı dertteydi. Ahmet Şık ise, İmamın Ordusu isimli kitabını piyasaya çıkarmak üzereydi. Tutuklamayla beraber Türkiye'nin en çok merak edilen kitabı haline gelmişti; Fetullah Gülen cemaatinin Emniyet Teşkilatı'ndaki yapılanmasını anlatıyordu. Kafasına bastırılarak götürülen Ahmet Şık, ''Dokunan yanar'' diye bağırıyordu. İmamın Ordusu kitabının yayın evi, polis tarafından basıldı. Kopyaları imha edildi. Henüz piyasaya bile çıkmamış kitap, suç olmuştu. Bir kitabın tutuklandığına ilk defa şahit oluyordu Türkiye... Şık'ır Şık'ır demokrasiydi.

 Ve, NATO uçakları Kaddafi güçlerini vurdu. NATO dediğin elbette ABD'ydi ama, Kaddafi'nin kafasına ilk bombayı atma şerefi (!) Fransa'ya bırakılmıştı. Böylece, Libya petrolüne kimin oturacağı belli olmuştu. Tunus, Mısır ve Libya'nın patlayacağını öngöremeyen AKP hükümeti, nal toplayanlar arasında kalmıştı. Hatta Başbakanımız, vaziyeti öylesine kavrayamamıştı ki... ''Böyle saçmalık olur mu, NATO'nun Libya'da ne işi var?'' demişti. Figüren durumuna düştüğümüz anlaşılınca, ''NATO'nun Libya'da ne işi var?'' diyen hükümetimiz apar topar tezkere çıkardı. Dört fırkateyn ve bir denizaltı göndererek NATO operasyonuna katıldı. Yetmedi... İzmir'i NATO'nun hava harekatı merkezi yaptı.

 ''Aynı sudan içmişiz'' denirken... Tayyip Erdoğan, Artvin-Hopa'ya gitti. ''Su haktır satılamaz'' pankartlarıyla karşılandı. Bu pankartı açan vatandaşlara durup dururken biber gazı sıkıldı. Emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetti. Arbede çıktı. Tayyip Erdopan'ın otobüsüne taş atıldı. Kafasına taş denk gelen koruma polis komaya girdi. Artvin Emniyet Müdürü görevden alındı.

2012

 O arada, PKK yol kesti, Lice'de iki astsubayı kaçırdı. Kimse üzerinde bile durmadı. Oysa, iki sene sonra yapılacak tarihi pazarlığın ilk ''tutsak''larıydı. Aynı gün... Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla açıklama yaptı. ''Devletin gönderdiği heyetle, barış konseyi için mutabakat halindeyiz'' dedi. Bütün dünya ajansları bu açıklamayı flaş haber olarak duyurdu. Türk basını görmedi, görmezden geldi.

 ... Ağustos başında, Obama, Başbakanımıza telefon etti. Suriye'yi konuştukları açıklandı. O gün... Besar Esad kötü adam oldu! Sayın medyamız düğmeye basılmış gibi, koro halinde Esad'ın ne kadar diktatör olduğunu yazmaya başladı. Yüksek Askeri Şura bitti, Başbakanımız ''Suriye bizim iç meselemiz, gereğini yapacağız'' dedi. Güya, komşularımızla ''sıfır sorun'' politikası güderken... Birbirleriyle ''düşman'' olan İsrail ve Suriye'nin ''ortak düşmanı'' olmayı başarmıştık!

 Peki, nasıl oluyor da böyle oluyordu? Aslında Mısır'da, Libya'da neler dönüyordu? Suriye'deki meselenin üstüne niye atlamıştık? Hani şu, van münüts'teki moderatör vardı ya... Davos'ta Başbakanımızın fırça kaydığı Amerikalı gazeteci David Ignatius... Washington Post'ta şunları yazıyordu: ''Arap Baharı'nı yönlendirmek için geri planda kalmayı tercih eden Amerikan yönetimi, bu işe en uygun kişi olarak Tayyip Erdoğan'ı seçti. Çünkü Tayyip Erdoğan İslamcı partilerde saygın bir yere sahip... Beyaz Saray yönetimi, Obama'nın ilk yurt dışı gezisi için Ankara'yı düşünürken, bunları hesapladı. Obama ve Erdoğan, Mısır, Libya, Suriye ve İran olaylarıyla ilgili çok sıkı işbirliği yürütüyor. Sadece bu yıl içinde 13 defa görüştüler.'' Demek ki neymiş? Van münüts falan derken, arka planda bunlar oluyormuş!

 Peki, ''kardeşim'' filan diye sarılırken, Beşar Esad'ı neden aniden ''kötü adam'' ilan etmiştik? Washington Post'un yazarı ''Beyaz Saray tutanakları''na dayandırarak, bu sorunun cevabını da veriyordu: ''Bir zamanlar Esad'ın en yakın müttefiki olan Tayyip Erdoğan, şimdi en keskin düşmanı... Tayyip Erdoğan'da sıkça görüldüğü gibi, bu da kişisel... Çünkü Obama bastırıyor, Suriye meselesinde Türkiye devreye giriyor. Tayyip Erdoğan, aralarındaki dostluğa güvenerek Beşar Esad'ı 72 saatte ikna esebileceğini söylüyor. Beşar Esad, Tayyip Erdoğan'a reformlar yapacağı konusunda söz veriyor. Ancak, sözünü tutmuyor, ABD'nin istediği reformları yapmıyor. Türk Başbakanı mahcup durumda kalıyor. Öfkeleniyor. Bu öfke hala devam ediyor. Türkiye'yi katı bir tavır izlemeye itiyor.'' Kesip, saklanacak makaleydi.

 Başbakanımız Mısır'dayken... MİT'ileaks patladı! Oslo rezaletinin ses kayıtları internete düştü. Tayyip Erdoğan'ın ''Bölücülerle masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir'' dediği tarihlerde... Milli İstihbarat Teşkilatı'nın PKK'yla resmen masaya oturduğu ortaya çıktı. Norveç'in başkentindeki pazarlık görüşmelerine, o dönem Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan ve MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş katılmıştı. Ses kayıtlarını internete kimin sızdırdığı gene meçhuldü.
 Tayyip Erdoğan ''Görüşenler şerefsizdir'' lafını değiştirdi. ''Hükümet görüşmüyor, devlet görüşüyor'' dedi. Halbuki, ses kayıtlarına göre, Hakan Fidan Oslo masasında kendisini teröristlere tanıtırken, açık açık ''Müsteşar yardımcısıyım ama, Sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim'' diyordu.
 Milli İstihbarat Teşkilatımızın,  İmralı'yla Kandil arasında ''kurye''lik yaptığı, tarafların birbirine yazdığı mektupları taşıyıp, elden teslim ettiği anlaşılıyordu. Oslo sohbetinin en çarpıcı bölümü ''patlayıcı''larla ilgiliydi. PKK'yı temsil eden terörist ''Bizim güçler Türkiye'nin her tarafında var'' diyor, MİT'çi de ''Biliyoruz biliyoruz, metropolleri patlayıcılarla doldurunuz'' diyordu. Sadece 24 saat sonra, Ankara'nın göbeğinde Kızılay'da bomba patladı, dört kişi öldü, 34 kişi yaralandı.
 Türk İstihbaratı katmerli madara edilmişti. Hem ''gizli buluşma'' afişe olmuştu. Hem de ''Biliyoruz diyorsunuz ama, burnunuzun dibinde bomba patlatırız, ruhunuz bile duymaz'' mesajı veriliyordu.

 Odatv davasında tutuklanan MİT Asya Bölgesi Başmüşaviri Kaşif Kozinoğlu, Silivri Cezaevi'nde vefat etti. Henüz duruşmaya çıkmamıştı. Sadece dokuz gün sonra ilk defa hakime ifade verecekti. Ne diyeceği en fazla merak edilen sanıktı. ''Spor yaparken kalpten öldü'' dediler. 55 yaşındaydı, sağlık sorunu yoktu. Bordo bereli subaydı. Dünya Özel Kuvvetler Şampiyonası'nda teçhizatlı koşu, paraşütle atlama, su altı dalışı, hayatı idame'de dünya şampiyonuydu. Vücudunda mermi izleri taşıyordu, gizli görevleri sırasında vurulmuş, ölmemişti. ''Spordan öldü'' deniyordu!

 2011'in son faciasına bizzat devletimiz imza attı. Kuzey Irak'tan katırlarla giriş yapan kaçakçılar, terörist zannedildi. Şırnak-Uludere yakınlarında, F16'larla bombalandı. Aralarında çocukların da bulunduğu 34 kişi hayatını kaybetti. ''CHP hükümeti Dersim'i bombaladı'' denirken ''AKP hükümeti Uludere'yi bombaladı'' durumuna düşülmüştü. Genelkurmay, baş sağlığı mesajı yayınladı, orduevlerindeki yılbaşı kutlamaları iptal edildi. Necdet Özel'in Genelkurmay Başkanlığı'na kadar TSK'yı yerden yere vuran, devamlı ihmalle-kasıtla suçlayan yandaş basın... Şimdi, TSK avukatı kesilmişti. Talihsizlik olduğunu yazıyorlardı.
 Hayatını kaybeden vatandaşlar, Uludere'nin Ortasu Köyü'ndendi. Yol geçen hanı gibi kaçakçılık yaptıkları, sınırdan ne zaman çıktıkları ne zaman girdikleri, bölgedeki bütün devlet görevlileri tarafından biliniyordu. O halde ''hatalı istihbaratı'' kim vermişti? Bu kitabın piyasaya çıktığı 2013'ün Eylül ayında bile hala belirsizdi.

 ... Önümüzdeki seneden itibaren önlük ve ya tek tip forma giyilmeyecek, çocuklar istediği kıyafetle okula gelecekti. İlk bakışta ''özgürlük'' gibi görünüyordu. Biraz detayına bakınca... Güya kıyafet serbestti ama tayt, şort, dizüstü etek, askılı tişört, kolsuz gömlek yasaktı. Buna mukabil, Kuran dersinde türban serbestti. Önlüğü çıkarmışlar... Aynı önlüğü kızların kafasına takmışlardı. Dört artı dört dedikleri, ört artı ört'tü. Okul arması dışındaki rozetler de yasaklanmıştı. Okulun adı değilse, Atatürk rozeti kullanamazdın.

2013

Balyoz davasında gerekçeli kararı açıklandı. ''Genelkurmay tarafından mahkememize bildirildi, ele geçirilen dijital belgelerin asılları var'' denildi. Peki, hakikaten söz konusu belgelerin asılları Genelkurmay'da var mıydı? Genelkurmay derhal yazılı açıklama yaptı, derhal yalanladı, ''Bizde belge yok, mahkemeye de belge melge vermedik'' dedi. Türk hukuk tarifi, skandalın böylesine ilk defa şahit oluyordu.
 Üstelik... ''2003'te hazırlandı'' denilen dijital belgeler, 2003'te henüz icat edilmemiş 2007 fontlarıyla yazılmıştı. CHP soru önergesi verince, Milli Savunma Bakanı bile bu çelişkiyi itiraf etmek zorunda kalmıştı. ''Microsoft Office 2007 yazılımı, TSK'da 2007'den itibaren kullanılmaya başlandı, zaten 2006'da icat edildiğini düşünürsek, 2003'te kullanılması mümkün değil'' demişti...

 Gezi Parkı direnişi patladı. Taksim'i yayalaştırma projesi başlatılmıştı. Trafik yer altına alınıyordu. Herkes memnundu. Topçu Kışlası'nın yeniden inşa edileceği ortaya çıktı. Hır çıktı. Topçu Kışlası, 31 Mart Vakası olarak bilinen şeriatçı ayaklanmanın merkeziydi, simgesiydi. Osmanlı tarafından Fransız bankasına satılmış, 1940'ta yıkılmış, yerine park yapılmıştı. Sorun buydu... Kışlanın yeniden inşa edilmesi demek, Taksim'deki tek yeşil alan, Gezi Parkı'nın betonlaşması demekti.
 50-60 kişilik küçük bir grup, ağaçlar sökülmesin diye Gezi Parkı'nda çadır kurdu, nöbet tutmaya başladı. Kim olduğu meçhul tipler sabaha karşı çadırları tutuşturmaya kalktı... Ülkede yangın çıktı. Mahalle baskısından sıkılan, özgürlüklerine her fırsatta müdahale edilmesinden bıkan gençlerimiz, sokağa döküldü. ''Her yer Taksim her yer direniş'' sloganlarıyla 62 şehirde protesto gösterisi yapıldı. Polis görülmemiş sertlikte müdahale etti. Tazyikli su, gaz bombası ve plastik mermi kullandı. Beş kişi öldü. 8 binden fazla kişi yaralandı. 12 kişi gözünü kaybetti. Bir kişinin dalağı alındı.

 Hayatını kaybedenlerden biri, Ethem Sarısülük'tü. Ankara'da polis kurşunuyla vuruldu. Vurulma anı, tesadüfen televizyon kameralarına yakalanmıştı. Tetiği çeken polis belliydi. Mahkemeye çıkarıldı. Kalabalığın arasında kaldığını, havaya ateş ettiğini söyledi. Meşru müdafaa kabul edildi, serbest bırakıldı. Yandaş medya, polis aklamak, Ethem'i karalamak için iftira üstüne iftira attı. ''Bayrak yaktı'' dediler. Alakasının olmadığı kanıtlandı. Siperde, kum çuvallarının önünde çekilmiş fotoğrafını yayınladılar, ''terör kamplarında çekilmiş fotoğrafı'' dediler. Halbuki... Hakkari-Şemdinli'de karakol inşaatında çalışırken çekilmiş fotoğraflarıydı. Sanki gizlice ele geçirilmiş gibi yayınladıkları fotoğrafı, Ethem'in bizzat kendi Facebook sayfasındaydı.

 Neyse ... Gezi parkı olayları dünya çapında yankı buldu. ABD Başkanı Obama bizzat Tayyip Erdoğan'ı aradı, barışçıl demokratik gösterilere saygı duyulmasını istedi. Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu, polisin orantısız güç kullanmasını kınadı. BM Genel Sekreteri, hatta NATO Genel Sekreteri bile AKP hükümetini eleştirdi. Hükümet geri bastı.
 ''Topçu Kışlası'nı yapacağız, alışveriş merkezi olarak hizmet görecek'' diyen Tayyip Erdoğan... Sanki bu lafları söyleyen kendisi değilmiş gibi, ''Taktılar alışveriş merkezine... Zaten metresiyle falan Topçu Kışlası'nda alışveriş merkezi olması mümkün değil'' dedi.
 Halk oylamasına gidileceği açıklandı. Ona da gerek kalmadı. Çünkü Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası ve Peyzaj Mimarları Odası dava açmıştı. Mahkeme, Topçu Kışlası projesini komple iptal etti.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Çingeneler

Çingenelerin Kökeni ve Göçleri

                                                                    Romanların göçü

 Çingeneler üzerinde araştırma yapan bilim adamlarınca, çingenelerin Hindistan kökenli oldukları ileri sürülmektedir. bilim adamlarını bu kanaate götüren sebep, 200 yılı aşkın bir zamandan beri çingeneler üzerine yapılan dil karşılaştırmalarının, onların büyük ölçüde Hintçe ağırlıklı dillerinin olduğunu göstermesidir. Günümüzde ise antropolojik, entnolojik ve filolojik araştırmaların ışığında çingenelerin Hindistan kökenli oldukları kesin bir şekilde ileri sürülmektedir. Çingenelerin tipolojik ve dil yapılarından hareketle Hintli olduklarına hükmedilmesinin yanı sıra, antropolojik olarak da onların ariler öncesi Hindistan'ın yerlileri olduğu kanaatine varılmaktadır.
 M. Genner de çingenelerin ana vatanlarının Hindistan olduğunu ve onların Hint yarım adasının esas yerlileri olduğunu kabul etmektedir. Ona göre çingenelerin ilk göçü milattan önce arilerin Hindistan'ı istila etmesiyle başlamıştır. Göç öncelikle kuzeye, Moğolistan ve Türkistan istikametine doğru olmuştur. Daha sonra çingeneler, Moğollardan ata binmeyi ve Türklerden de demirciliği öğrenmiş olarak vatanlarına geri dönmüştür.
 Bütün bunlara rağmen onların Hindistan'dan göçleriyle ilgili, araştırmaların pek çoğunun kesin olarak kabul ettikleri görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
 1)Göç, kitle halinde olmamış, aksine farklı zamanlarda küçük gruplar şeklinde olmuştur.
 2)Göç olayında savaşlar, tehcir, takip ve tarımsal nedenler gibi dış sebepler mevzu bahistir.
 3)Küçük grupların göçü, ilk olarak M.S. V. ve VII. yüzyıllarda Hindistan ve İran arasında ilk göç hareketinin muhtevasından dolayı vuku bulmuştur ve daha sonraki ise Müslümanların İran ve Hindistan'ı fethettiği VII. ve X. yüzyıllar arası olmuştur. Göçün sonuncu halkası, X. ve XIII. yüzyıllarda Gazneli Mahmud ve onun halefleri döneminde olmuştur.
 4)Avrupa'ya çingenelerin göçü; İran, Ermenistan, Anadolu, Yunanistan ve Güney Slovak Bölgesi üzerinden gerçekleşmiş olması mümkündür. Çünkü bütün Avrupa Çingenelerinin lehçelerinde Ermenice, Türkçe, Yunanca ve Slovakça'dan alınmış kelimeler bulunmaktadır.
 5)İran'dan göçün zamanı, İran'ın VII. yüzyılda Müslümanlar (Araplar) tarafından fethedilmesinden kısa bir müddet önce ve ya sonra vuku bulmuş olmalıdır. Çünlü Avrupa çingenelerinin lehçelerinde Arapça kelimeler mevcuttur.
 Bizanslı tarihçi Nichephoros Gregoras'ın, Çingene akrobatlarının 1322 yılında Konstantinapol'e ulaştıklarını kaydettiği bildirilmektedir. Ayrıca bu tarihten çok önce, X. yüzyılda onların, Konstantinopol'e demirci ve seyis olarak geldiği de kaydedilmektedir. Bu haberlerin ışığında çingenelerin Anadolu'ya girişlerinin IX. ve XIV. yüzyıllar arasında olduğunu söylemek mümkündür.
 Avrupalı bilim adamları ise Orta Çağ kronikçilerinin verdiği bilgilere dayanarak, Timurleng'in Anadolu'yu istilasıyla birlikte, Anadolu'da bulunan çingenelerin bir kısmının o tarihten itibaren Avrupa'ya geçmeye başladığını savunmaktadır. Nitekim bunun en önemli göstergesi ise 1400'lü yıllardan sonra Avrupa'da görülen bazı çingene gruplarının lisanlarında Türkçe'den alınmış kelimelere rastlanmış olmasıdır.


                                                                   Gırnata çingenesi

Çingenelerin Türkiye'deki Tarihi

 Avrupa'ya Türkiye üzerinden göç etmiş olan çingenelerin, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren tekrar Türkiye'ye Avrupa üzerinden zorunlu olarak göç ettiklerine şahit olunmaktadır. Bunun en önemli sebebi; onların XIV. yüzyıldan itibaren Avrupalılarca Türk ve ya Türk ajanı oldukları gerekçesiyle dışlanmaları, esir edilmeleri ve hatta toplu katliamlara maruz bırakılmalarıdır. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus, çingenelerin hileyle Türkiye'ye gönderilmeleridir. 1923 yılında yapılan Lozan Barış Antlaşması gereğince Türk ve Rum nüfusun mübadelesine ilişkin 19 maddelik sözleşme ve protokol 30 Ocak 1923'de imzalanmıştı. Ayrıca Sırp-Hırvat ve Sloven devletleri de daha sonra 24 Temmuz 1923'de Lozan Antlaşması'nın pek çok hükmüne imza koymuşlardı. Bu antlaşmalar çerçevesinde 1924 yılı Ekim ayının sonuna kadar sadece Yunanistan'dan Türkiye'ye gönderilen göçmen sayısı 370.000'e ulaşmıştı. Göçmen sayısının kademeli bir şekilde artmasından sonra, resmi istetistiklere göre Türkiye'ye gönderilen göçmen sayısı 456.720'i bulmuştu. Ayrıca mübadele kapsamına girip, mübadele edilmeyi beklemeden Türkiye'ye sığınmacı olarak 50.000'i aşkın göçmenin gelmesiyle, ülkemize getirilen göçmen sayısı 500.000'i geçmişti. Büyük bir ihtimalle Türkiye'ye gönderilen bu göçmenler arasında çok sayıda çingene de bulunmaktadır. Zira yukarıda belirtildiği üzere Avrupa'da çingeneler Ortaçağ'dan itibaren Türk ve ya Türk ajanı olarak telakki edilmiştir. Kanaatimize göre bu antlaşmayı fırsat bilen Yunanlar, kendi ülkelerinde yaşayan çingenelerin büyük çoğunluğunu, Türk oldukları gerekçesiyle Türkiye'ye göndermiştir. Zira ülkemizde kendilerini ''roman'' olarak nitelendiren vatandaşlarımızın tamamı, Avrupa'dan Türkiye'ye göç eden çingenelerdir. Kendileriyle görüştüğümüz bütün Romanlar; Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya göçmeni olduklarını söylemektedir. Hatta aralarında doksan yaşın üzerinde olanlar Türkiye'ye gönderilişlerini hatırlamaktadır. Osmaniye'deki Manuşların yakın zamana kadar çeribaşılığını yapmış olan 94 yaşındaki Hüseyin Kaplan isimli şahıs bunlardan biridir. Yunanistan'ın kendi ülkesindeki çingeneleri hileyle Türkiye'ye gönderişinin yanı sıra, Bulgaristan'ın da sınırları içerisinde yaşayan çingeneleri tehcir ettirmesi üzerine, Bulgar çingeneleri de 1930'lu yıllardan itibaren Türkiye'ye gruplar halinde gelmeye başlamıştır. Günümüzde Osmaniye, Çorum, Sakarya, Tekirdağ gibi illerde çoğunlukta bulunan ''But Manışa'' isimli Romanların tamamı Bulgaristan'dan gelmiştir. Ege ve Marmara Bölgesi'nde yaşayan Romanların tamamı Yunanistan ve Yugoslavya'dan geldiklerini ifade etmektedir. Ayrıca Osmanlı Devleti zamanında, bilhassa 1877 yılından itibaren Balkanlar'dan Anadolu'ya Türklerin zorunlu olarak tehcir edilmeye başlamasıyla birlikte, Türklerin yanı sıra pek çok çingenenin de Anadolu'ya gelmiş olması muhtemeldir.
 Osmanlı Devleti, Rumeli Eyaleti'nde çoğunlukta bulunan çingeneler için Rumeli'de merkezi o zamanki ismiyle Kırkkilise(Kırklareli) olan bir ''Çingene Sancağı'' tahsis etmiş, İstanbul ve Rumeli'de oturan çingeneleri bu sancağa bağlamıştır. Çingenelerin göçebe olarak yaşamaları ve sürekli yer değiştirmeleri sebebiyle kesin sayıları tespit edilememiştir. Lakin 1477'de İstanbul'da yapılan nüfus sayımında 31 hanelik çingene ailesi tespit edilmiştir.
 Çingenelerin göçebe bir hayat yaşamalarından dolayı Osmanlı Devleti, onların vergilerini düzenli olarak toplayamamaş ve bunun önüne geçebilmek için yeni fethedilen yerlerden çingenelere toprak vererek, onları yerleşik hayata geçmeye ve ziraate teşvik etmiştir. Kanaatimizce ;Osmanlı Devleti, çingeneleri Avrupa'da yeni fethedilen bu bölgelere sadece yerleşik düzene geçmeleri için yerleştirmekle kalmamış, aynı zamanda onları Avrupa devletlerine karşı sınır muhafızları olarak da kullanmış olmalıdır. Zira çok geniş toprağa sahip olan bir devletin, yeni fethedilen yerleri seçmesinin başka bir izahı zor gözükmektedir. Sultan Selim II. (1566-1574) 1574 yılındaki bir fermanıyla ''Bosna-Hersek'te yerleştirilmiş olan çingenelerin vergiden muaf olduklarını, hiç kimsenin onların aktivitelerine karışmamasını, ancak kanunları ihlal eden çingenelerin de çeribaşları tarafından yakalanarak, devlete teslim edeceğini bildirmektedir.''. O dönemde Bosna-Hersek'de yerleştirilen çingenelerin bir kısmının madencilikle uğraşmış olduklarını da belirtmek gerekmektedir.
 Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde yaşayan çingenelerin müslim ve gayr-ı müslim olarak iki gruba ayırmasına rağmen, bu iki grubu hukuki bakımdan denk saymıştır. Osmanlı devletinde sadece gayr-ı müslimlerden cizye alınması söz konusuyken, kıpti teb'anın hem zimmilerinden hem de müslimlerinden cizye alınmıştır. Ancak bu iki grubun ödediği cizye miktarı farklı tutulmuştur.

Çingenelerin Yaşayışları

                                                                  İspanyol romanları

 Yörelere göre çeşitli şekillerde adlandırılmalarına rağmen Türkiye'deki çingenelerin büyük çoğunluğunun çingeneliği kabul etmediğine ve ''çingene'' ithamını reddettiklerine de tanık olunmuştur. Bunun en büyük sebebi, onların gittikleri her yerde horlanmaları, dışlanmaları ve aşağılanıyor olmalarıdır. Çingeneliği reddedişlerinin bir başka ve en önemli sebebi de çingenelerin, Hz. İbrahim'in mancınıkla atılması esnasında meleklerin buna mani olduğu ve melekleri kovalamak için de şeytanın telkiniyle bir bacı ve kardeşin, mancınığın yanı başında zina etmesinin neticesi olarak meydana geldiklerine dair halk inancıdır. Bu yanlış inanışa göre, ''çin'' ve ''gen'' isimli bacı ve kardeşin zinasından çingene olarak bilinen bu insanlar türemiştir. Çingeneler de, halk arasında yaygın ama yanlış olan bu inanışın farkında oldukları için, haklı olarak bu çingenelik yakıştırmasını reddetme eğilimindedirler.
 Ergenlik çağına kadar çingene kız ve erkek çocukları beraber oynar, çekinmeden birlikte derelerde yıkanır ve kırlarda dolaşırlar. Ancak buluğ çağına geldikleri andan itibaren genç kızlarla erkeklerin yolları ayrılır. Artık onlar kadınsı ve erkeksi faaliyetle meşgul olmaya başlarlar ve özellikle de kendilerini istikbaldeki evliliklerine hazırlarlar. Genç kızlar, evleninceye kadar çok sıkı bir korumaya alınırlar. Onlar, yalnız hiç bir yere gönderilmez, çalışamaz, yabancı erkeklerle konuşamaz. Ancak erkek kardeşinin nezaretinde yahut diğer yakın akrabalarının denetiminde çalışabilir, dansözlük edebilir, dilencilik yapabilir ve ya çiçek satabilir. Böylece bütün ailenin akrabaların gözü genç kızlarının üzerinde olmakla, onları korumuş olurlar.
 Göçebe çingenelerin eğitimsiz ve yaşayışlarının iptidailiğine rağmen aile ekonomisinde erkek ile kadın arasında bir iş bölümünün olduğu görülür. Bu ekonominin imalatçısı erkek, pazarlayıcısı da kadındır. Çingene erkeği gününü çadırda imalatla geçirirken, çingene kadını da mevcut mamulleri satmaktadır. Bu durum geçmişte olduğu gibi, günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Ancak bu iş bölümü, her zaman böyle değildir. Genellikle ağır işler kadınlara düşerken, erkekler kahvehanelerde yahut çadırlarında vakit geçirmekte tabiri caizse yan gelip yatmaktadır. Tam konar göçer çingene gruplarının bazılarında, erkekler hiç bir imalat işiyle uğraşmamakta, sadece konakladıkları yerlerdeki kahvehanelerde horoz dövüştürerek para kazanmaktadır. Özellikle kendilerini ''Melikli'' yahut ''Melikan Aşireti'' olarak tanıtan grubun erkekleri, horoz dövüşüne büyük önem vermekte ve bundan çok büyük paralar kazanmaktadırlar. Erzurum'un Ilıca ilçesindeki bir kahvehanede, 1997 yılında bir gecede 200 TL kazandıklarına şahit olduk.
 Yarı göçer çingenelerde de erkek ve kadınlar arasında bir iş bölümünün olduğu gözlenmektedir. Genellikle bunlarda da işin çoğu kadınların sırtındadır. Ancak erkekler de bilhassa hurda toplayarak bunları sele, sepet gibi mutfak malzemeleriyle değiştirerek satmaktadır.
 Gelenek ve tecrübenin koruyucusu olan yaşlılar, bütün çingene gruplarında çok özel konuma ve yüksek saygıya sahiptir. Özellikle de kabilenin en yaşlı kadınının gelenek ve göreneklerin korunması hususunda çok büyük bir önemi vardır. ''Çingene Anası'' ve ''Çingene Kraliçesi'' gibi motifler, çingenelerin tecrübeli yaşlı kadınlarına verdikleri önemi göstermesi açısından dikkat çekicidir. Aynı zamanda yaşlı kadınlar, genç çingene kızlarının moral değerlerinin de muhafızlarıdır.
 Ülkemizde hem yerleşik hayata geçmiş olanlarda hem de göçebe olarak yaşayan çingenelerin yaşlılarına kadın erkek ayırt etmeden büyük saygı gösterdiklerine şahit olunmuştur. Ancak erkek yaşlıların bütün kabile için çok büyük bir önemi varken, kadın yaşlıların önemi daha ziyade kadınlar için geçerlidir. Ayrıca aile içerisinde de büyük ebeveynlere maksimum saygı gösterilmektedir.
 Yerleşik çingeneler, genelde şehir varoşlarında baraka türü ve ya oldukça kötü evlerde hayatlarını sürdürmektedir. Onların yerleşik hayata geçmiş olmalarının çoğu meslek sahibidir. Özellikle müzisyenlik, demircilik, hurdacılık, seyyar satıcılık, hamallık, ayakkabı boyacılığı gibi düşük seviyeli işler genellikle yerleşik çingenelerce icra edilmektedir. Her ne kadar yerleşik çingenelerden çoğu düzensiz, sağlıksız varoş tipi evlerde yaşasalar da, onlar arasında düzenli şehir hayatına geçmiş olanlarını da görmek mümkündür. İstanbul'da bazı çingeneler, ferdi olarak kendi mahallelerini terk etmekte ve ekonomik durumlarına göre apartman hayatını tercih etmektedir. Lakin bu yeni hayata uyum problemi yaşamakta, mahallesini değiştirip yaşayış tarzlarında hiç bir değişiklik yapmamaları sebebiyle, yerli halk, çingenelerin gürültü ve bitmeyen kavgalarından rahatsız olmaktadırlar.
 Çingenelerin genellikle aynı mekanlarda kümeleşerek yaşamalarında, hayatlarını kolaylaştırıcı pek çok unsurun bulunması önemlidir. Her şeyden önce çingene kültürünün devam ettirilmesi için önemlidir. Bunun yanı sıra çok çeşitli gürültü, patırtı ve kavga durumlarında, hiç bir çingene diğerinden rahatsız olmamaktadır. Ayrıca aynı mekanda ve sadece çingenelerin oluşturduğu yerleşim yerleri, çingeneler için bir barınağın ötesinde koruyucu bir sığınak vazifesi görmektedir. Özellikle bazı şehirlerdeki çingene mahallelerine güvenlik güçleri dahi girememektedir. Böyle olunca bu yerler, çingenelerin her türlü suçun akabinde kendilerini güvenlikte hissettikleri mekanlar olmaktadır. İstanbul'da Hacı Hüsrev, Kırklareli'nde Tomoğlu Mahallesi, Edirne'de Umurbey Mahallesi gibi yerler bunun en canlı örneğidir.
 Göçebe çingenelerin, yerleşiklere nazaran daha varlıklı oldukları tespit etmiş bulunuyoruz. Altlarında son model minibüs ya da otomobil olan göçer çingeneler, yokluk sebebiyle göç etmemektedir, aksine onlar yaşam biçimleri ve gelenekleri olduğu için göç etmektedir. Kendilerine zaman zaman altlarında arabaları satmaları halinde iyi bir ev ve hatta iş bile kurabilecekleri halde niçin göç etme gereği duyduklarını sorduk; ''altın kafese de konsalar, göç etmeden yaşayamayacakları, bunun onların hayatının vazgeçilmez bir parçası olduğu'' cevabını aldık. Gerek Türkiye, gerek Avrupa ve gerekse Amerika çingenelerinin teknolojik yeniliklere açık olmaları ve içinde yaşadıkları toplumların kültürlerinden ziyade, teknolojik yeniliklerini benimseme özellikleriyle, romantik çingene tasvirine uymadıkları açıktır. Bu durum çingene kültürüne ters düşmemektedir. Çünkü çingeneler gösterişi, olduğundan zengin ve büyük görünmeyi, yani abartılı bir hayatı seven bir yapıya sahiptir. Ayrıca teknolojik yeniliklerin çingenelerin hayatlarını kolaylaştırdığının da göz ardı edilmemesi gerekir. Ancak buna rağmen çingenelerin modern arabalara sahip olması ve cep telefonu, araç telefonu gibi teknolojik yenilikleri takip edişlerinin gerisinde, hayatın kolaylaştırılışının yanında, çingenelerin gösteriş merakının aranması da yanlış olmasa gerektir.
 Göçebe çingenelerin tencelerinde genellikle bitkisel yiyecekler bulunmakla birlikte et yemeyi de çok severler. Özellikle tavuk eti, en çok tercih ettikleri yiyeceklerdendir. Sümüklü böcek ve kirpi de sevdikleri etli yiyecekler arasındadır. Sarımsaklı kirpi çorbası, tıpkı Türk çingenelerinde olduğu gibi, Avrupa çingenelerinde de sevilen yiyeceklerdendir.
 Türkiye'deki çingene gruplarından bazıları, bilhassa da kendilerini ''But Manışa'' (Büyük Adam) kabilesi olarak adlandıran ''Manuş''lar sığır eti yememekte, daha ziyade tavuk, hindi ve koyun etini tercih etmektedir. Türkiye'deki bütün çingenelerin sığır eti yememe geleneğini çok katı bir şekilde devam ettirdiklerini söyleyemeyiz. Zira bazı çingenelerde sığır eti yerine dana eti tercih edildiğine şahit olunmuştur.
 Çingene içeceklerinin başında ise hiç şüphesiz alkol gelmektedir. Öyle ki, alkol kullanmayan çingene, adam bile sayılmamaktadır. Düğünlerde, bayramlarda ve her türlü eğlencelerde su yerine alkol tüketilmektedir. Ayrıca  erkekler hemen hemen her gün eve bir şişe alkollü içki getirmekte ve bunu evde içmektedir. Daha çok rakıyı tercih etmekle birlikte ekonomik durumlarına göre içki çeşidi değişebilmektedir. Yerleşik ve göçer çingenelerin hepsinde içki bir nevi gelenek olmuştur. Türkiye'nin bütün bölgelerinde kendileriyle görüştüğümüz aile reislerinin büyük çoğunluğu günlük kazancıyla ilk önce içkisini almaktadır. Günlük kazanıp, günlük yiyen çingenelerin kazancı çoksa o gün mutlaka rakı alınmakta, yeterli seviyede kazanamadıysa bu takdirde ''Arap karası'' denen ucuz şarap ve ya bira alınmaktadır. Kontrolsüz alkol tüketimi neticesinde onlardan pek çoğunun ileri derecede alkol bağımlısı hasta olduğu da bir vakıadır. Alkollü içkilerin yanı sıra çingeneler arasında zevk veren esrar, eroin, hap vs. gibi uyuşturucu ve tütün kullanımının da çok yaygın olduğunu müşahade ettik.

Çingenelerin İnanışları 

 Yüzlerce yıl devam eden seyahatlerine rağmen çingeneler, kendi inanış ve geleneklerini muhafaza etmiştir. Bu da, ''endogamik evlilik'' (grup içi evlilik) sayesinde olmuştur. Bütük dünyadaki çingeneler gibi, Türkiye'dekiler de küçük yaşlarda evlenmektedir ve bu evlilikler büyük ölçüde yakın akrabalar arasında olmaktadır. Erken yaşta ve yakın akraba evliliği, çingene geleneğidir. Çingene olmayan biriyle evlilik ise otomatik olarak çingenelikten ihraç anlamına gelmektedir. Kanaatimize göre bu gelenek, kendini koruma amacının bir yansımasıdır. Zira çingeneler sürekli kendi aralarında evlenmeseler, geleneklerini muhafaza etmeleri mümkün olmayacaktır.
 Türkiye çingeneleri arasında çok evliliğin olduğuna şahit olunmuştur. Araştırmamız esnasında yedi hatta on bir hanımla aynı anda evli olanları gördük. Onları çok evliliğe iten sebeplerin başında gelenekleri gelmektedir. Bir diğer sebep ise, özellikle göçer çingeneler arasında resmi nikahın olmayışıdır. Evlilikler satın alma esasına dayalı olmakla birlikte, çok evliliğin gerçekleştirilmesi esnasında, çingenelere ilk evliliklerindeki gibi altından kalkılmaz ağır ekonomik yük gelmemektedir. Hal böyle olunca, kendine ve cebine güvenenler istedikleri kadar hanım satın alabilmektedir.
 Özellikle göçer durumda olanların pek çoğu Bektaşi-Alevi Müslüman, yerleşik durumda olanların büyük çoğunluğu ise Sünni Müslüman olarak bilinmektedir. Kanatimizce göçerlerin Bektaşi-Alevi itikadını benimsemelerinin en önemli sebebi onların yörüklerle içli dışlı olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü göçer çingeneler, çoğu zaman yörüklerin göç yollarını kullanmakta ve onların yakınlarında konaklayarak rızıklarına ortak olmaktadırlar. Bundan dolayı etkileşim kaçınılmak olmaktadır. Yerleşik durumdaki büyük çoğunluğun da sünni anlayışı benimseyen Müslümanlardan etkilenmiş olmaları mümkündür.
 Çingeneler, kendilerini çingene olmayanlardan ayırmaktadırlar. Bu ayırımın çeşitli sebepleri vardır. Ancak ayırımdaki en önemli etken, çingene kültür ve geleneğinin muhafazası içindir. Bu sebeple onlar grup içi evliliği tercih etmektedir. Eğer bir kız, çingene olmayan bir erkekle evlenirse, ailesinin prensiplerini inkar ettiği gerekçesiyle gruptan ihraç edilmektedir. Prensip olarak çingeneler, çingene olmayanları pis telakki etmektedir. Bir çingene kızının çingene olmayan biriyle evlenmesi halinde kız da pis olmaktadır. Ancak çingene olmayan bir kızın çingene kültürünün bütün değerlerine tam uyması halinde, bir çingene genciyle evlenmesinde hiç bir sakınca yoktur. Aynı şey, çingeneliği kabul edecek erkek için de geçerlidir. Türkiye genelinde yaptığımız bu ampirik araştırmamız esnasında; hem çingene erkeklerin çingene olmayan kızlarla evlendiklerine ve hem de çingene olmadığı halde çingene kızıyla evlenip onların geleneklerine uyarak tamamen çingeneleşen insanlara rastladık. Avrupa çingenelerinde de aynı katı kuralların olduğu tecrübi olarak tespit edilmiştir.
 Tabu sistemiyle alakalı olarak çingenelerin, çingene olmayanların yıkandığı nehir ve ya akarsuda yıkanmadıklarına şahit olduk. Onlar, pis olarak telakki ettikleri için, onların yıkandığı ırmak ve ya akarsu da pisliği bulaştırdıkları inancıyla yıkanmıyorlar. Aynı şekilde çingene inancına göre, kadınların belden aşağı kısımlarının bulaştığı sular da pislenmiş kabul edildiği için, erkek çingenelerin kadınların ve ya çingene olmayanların girdiği akarsu da yıkanmamaktadır. Erkekler genellikle aydınlık gecelerde akarsuya girerek yıkanmaktadır. Çünkü gece ne kadınlar ne de yabancılar akarsuya girmeyecekleri için su, temiz olmaktadır.


 Bu yazı turkiyecingeneleri.8m.com sitesinden alıntıdır. Keşke vaktim ve sabrım olsaydı böyle bir araştırmayı ben yapabilseydim. Orada daha ayrıntılı bilgiler vardı fakat ben çok ayrıntıya inmeden genel olarak ilgimi çeken kısımları alıp belki başkalarının da ilgisini çeker ve neredeyse hiç kimsenin haberi olmayan bu konuda biraz bilgi sahibi olmayı sağlamak istedim. Bu yazıyı alırken ya da paylaşırken herhangi bir ırk ayrımı ya da küçük görme yapmadım ya da bunu o niyetle hazırlamadım. Tamamen merak üzerine oluşturulmuş bir yazıdır.

7 Şubat 2014 Cuma

Muse - Feeling Good (Video)







Muse ile baya geç tanışmıştım. Üniversitede ilk yılımdı ve yurtta kalan arkadaşların birinin odasına gittiğimde dinlemiştim. İlk yorumum bu müziğin insana bağımlılık yaptığıydı. Üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen hala dinlediğime göre gerçekten öyle olmalı.



''Oh freedom is mine''

''And a bold world  for me''

''And I'm feeling good ''

4 Şubat 2014 Salı

Elektrik Motorları Çeşitleri

Elektrik motorları alternatif akım motorları (AC motor) ve doğru akım motorları (DC motor) olarak ikiye ayrılır.

Alternatif akım motorları
stator sargıları ile aldığı elektrik enerjisini rotorunda dönme hareketi yaparak mekanik enerjiye çeviren elektrik makinesidir. Sanayide en çok kullanılan elektrik motoru AC motorlardır. Bu motorlara asenkron motorlar da denir.
Asenkron motorlar indüksiyon motorları olarak da adlandırılır. Asenkron motorlarda stator'a ac akım uygulanması ile döner bir manyetik alan oluşmakta, bu manyetik alan rotordaki iletken çubukları indükleyerek ikinci bir manyetik alanın oluşmasına sebep olmakta ve bu iki manyetik alanın etkisi ile rotor, döner manyetik alanla aynı yönde dönmektedir. Asenkron motorların çalışması esnasında rotorun devir sayısı her zaman döner alanın devir sayısından küçük olduğu için (kaymadan dolayı) senkron bir şekilde çalışmadığını ve bu yüzden asenkron motor denir.

Asenkron motor çeşitleri
1. Bir fazlı asenkron motor
2. İki fazlı asenkron motor
3. Üç fazlı asenkron motor

1.Bir fazlı asenkron motor
Bir fazlı asenkron motorların statorunda bir fazlı alternatif akım sargısı ve rotorunda ise sincap kafesi biçiminde bir sargı vardır. Ayrıca asenkron motora yol verme sırasında stator oluklarına yerleştirilmiş bir yol verme sargısı (yardımcı sargı) vardır. Bir fazlı asenkron motor yol aldıktan sonra bu sargı devreden çıkartılır.
1.Yardımcı sargılı asenkron motorlar
- Direnç yol vermeli nokta
- Kondansatör yol vermeli
1.Tek kondansatörlü
2. Çift kondansatörlü
3. Daimi kondansatörlü
- Üniversal (seri) motorlar
- Yardımcı kutuplu (gölge kutuplu) asenkron motorlar
- Repülsiyon motorlar
- Relüktans motorlar
- Senkron motorlar
2. İki fazlı asenkron motorlar
İki fazlı asenkron motorun statorunda sargı eksenleri arasında 90 derece elektriksel açı yapan iki adet bir fazlı sargı bulunur.
3.Üç fazlı asenkron motorlar
Üç fazlı asenkron motorun statorunda sargı eksenleri arasında 120 derece açı olan üç adet bir fazlı sargı vardır.
Asenkron motorlar rotorlarının yapısına göre sınıflandırılır;
- Rotoru kısa devre çubuklu asenkron motor
- Rotoru sargılı (bilezikli) asenkron motor

Senkron motor
Frekans ve kutup sayısıyla orantılı olarak sabir bir hızda çalışan alternatif akım elektrik makineleridir. Senkron motorda gerek ve yeter şart makinenin rotorunun senkron hızda dönmesidir. Senkron motorlarda senkronizasyon gerçekleştiği için, yani döner alan ile rotorun gızları eşit olduğu için çalışma prensibi bu temele dayanır. Senkron motorda da statora üç fazlı alternatif akım uygulanarak döner manyetik alan oluşturulur. Rotordaki kutuplara ise doğru akım uygulanır.Doğru akım yön değiştirmediğinden kutuplar çalışma süresince özelliklerini korurlar ve N kutbu daima N kutbu olarak, S kutbu daima S kutbu olarak kalır. Rotor ve statorda zıt kutuplar birbirlerini iter, aynı kutuplar karşılıklı geldiklerinde ise birbirlerini çekerler. Bu itme ve çekme olayı sonucu rotor başlangıçta duruyorsa, motor hep durur, rotor başlangıçta dönüyorsa rotor hep döner. Bundan dolayı rotora dışarıdan yardımcı bir kuvvetle hareket verilir. Bu hareket verildiği anda rotorun dc gerilim verilen kutupları ile statorun ac gerilim verilen kutuplarının oluşturduğu alanlar birbiri ile kilitlenir ve senkronize dönme işlemi başlar.

Senkron motorlar stator ve rotor devresinin düzgün olup olmayışına göre iki çeşittir;
- Silindirik rotorlu (yuvarlak kutuplu ve turbo makineler)
- Çıkık rotorlu (çıkık kutuplu makineler)
Bir/İki fazlı motorlar
- Alan sargılı
- Sabit mıknatıslı
- Doğru akımla çalışan motorlar
- Histeresis
- Değişebilir hızlı kutup anahtarlamalı
- Relüktans

DC motor
Doğru akım elektrik enerjisini, mekanik enerjiye çeviren elektrik makinesine dc motor denir. Buna bağlı olarak doğru akım makinesi, doğru akım generatörü ya da doğru akım motoru olarak da çalıştırılabilir. Bir iletkende doğru akım uygulandığı zaman iletken, sabit manyetik alan meydana getirir. Bu manyetik alan N ve S kutuplarını meydana getirir. Bu alan içerine giren cisimler sabit mıknatısın gösterdiği etkiyi gösterir ve iletken cisimleri kendine çeker.
DC motor çeşitleri;
- Fırçasız DC motorlar
- Şönt motor
- Seri motor
- Kompunt motor